(Haber Fotoğrafı: Teri Erbeş)


80’li yılların başlarıydı… Sevgili İzzet Bana’nın yönettiği bir oyunun çalışmalarına katılıyordum. Yaşça biz oyunculardan biraz daha genç, 13-14 yaşlarında bir delikanlı, oyuncu kadrosunda yer almamakla birlikte provalara düzenli olarak katılıyor, sahneleri ilgiyle izliyor, İzzet Abi’nin dikkate aldığı bazı yorumlarda bulunuyordu. Geriye dönüp baktığımda, renkli çerçeveli gözlükleri ve sempatik siması ile hafızama yer etmiş Nedim Saban adlı bu genç tiyatro sevdalısı, her konuda başarının anahtarı olan ilgi, heves ve tutkuyu, görünen o ki çok genç yaşlarından itibaren kalbinde taşıyordu.

v  İlk oyununu kaleme aldığında, henüz 12 yaşındaydı. UNICEF’in bir yarışmasında dereceye giren bu çocuk hakları konulu oyun, İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatroları’nda sahnelendi. “Beş Kafadarlar Çocuk Tiyatrosu”nu kurduğunda, 15 yaşındaydı. Yedi adet çocuk oyununun yazarlık, yönetmenlik, oyunculuk ve yapımcılığını üstlendi. Tiyatroya gidemeyen çocuklara tiyatroyu getirmeyi amaçlayan “Beş Kafadarlar”, oyunlarını çocuk parklarında da sergiledi.

v  Robert Kolej’in ardından New York Üniversitesi Tisch Sanat Okulu Tiyatro Bölümü’nden mezun olan Saban, bitirme tezi olarak sahneye koyduğu oyunların rejisiyle, 1.000 rejisör arasından 3 kişiye verilen reji bursunu kazandı.

v  1992 yılında “Tiyatrokare”yi kurduğunda, henüz 25 yaşındaydı. Açılış oyunu “Müziksiz Evin Konukları”, emekli Devlet Tiyatroları oyuncusu Macide Tanır’a Avni Dilligil Onur Ödülü’nü kazandırırken, yönetmen Nedim Saban ise Avni Dilligil Özendirme Ödülü’ne layık görüldü.

v  Yine 1992 yılında, Nedim Saban Türkiye’de “Dr. Stress” rüzgârlarını estirdi. Energy FM’de halkı dinleyen ilk radyo talk show olarak gündeme damgasını vuran Dr. Stress, takiben televizyonda yüzlerce canlı yayına imza attı. Siyasetten cinselliğe pek çok konuyu özgürce tartışmaya açan Dr. Stress, Türk televizyonlarında bir ilkti ve çok ses getirdi.

v  Yıllar içinde, kimisinin yapımcılığını da üstlendiği pek çok başarılı oyunda, usta sanatçılarla genç isimleri bir araya getiren Nedim Saban, Afife Jale Yılın Prodüksiyonu Ödülü de dâhil olmak üzere, tiyatro dünyasının prestijli ödüllerine layık görüldü. Televizyon dizilerinde de rol alan Saban, ayrıca televizyon programlarının metin yazarlığını ve sunuculuğunu üstlendi.

v  “Halide Edib Adıvar Tiyatrosu” konulu teziyle, 2016 yılında Haliç Üniversitesi Tiyatro Ana Sanat Dalı yüksek lisans derecesini alan Nedim Saban, “1950-2020 Yılları Arasında Türkiye Tiyatrosundaki Kimlik Arayışının Tiyatro Mekânları Üzerinden İncelenmesi” konulu teziyle de 2022 yılında Eskişehir Anadolu Üniversitesi Konservatuarı’ndan sanatta yeterlilik (doktora muadili) derecesine hak kazandı.

Üniversitelerde oyunculuk ve tiyatro eğitmenliği de yapan çok yönlü sanatçı Nedim Saban’la, Trump Sahnesi’nin kulisinde keyifli bir sohbet gerçekleştirdik. Usta sanatçılar Melek Baykal ve Suna Keskin’le bu vesileyle tanışmak, ve Tiyatrokare oyunu Ahududu’nun 7. yılında hâlâ hıncahınç dolu bir salona oynandığını görmek ise, ayrı bir mutluluktu.


“Veda” ekibi (Kaynak: Nedim Saban arşivi)

Ayşe Kulin’in ölümsüz eseri “Veda”, Nedim Saban imzasıyla tüm Türkiye’de ayakta alkışlanıyor. Kim bilir ne kadar muhteşem geri bildirimler alıyorsunuz…
Hakikaten müthiş! İnsanlar o kadar empati kuruyor ki… “Veda”, otobiyografik özellikleri olmakla birlikte, sonuçta bir roman. Biliyorsunuz, insanlar romanı okuyup bazen farklı şeyler hayal ederler. “Ben bunu böyle düşünmemiştim” diyebilirler. Ama kurgusunu da çok beğeniyorlar. Bu da beni çok heyecanlandırıyor. Biz “Veda”yı tiyatro diline çevirmeye çalıştık. Romanda olmayan sahneler de yazdım ben. Yoksa bir anlatı oluyor…

Çoğunluk içinde yaşadığı metrekareyi genişletmeyi amaçlarken, siz tiyatronun “karesini” alma hedefiyle yola çıkıp, “Tiyatrokare”yi kurdunuz. Geride bıraktığınız 31 yılın muhasebesini yaptığınızda, “İyi ki Tiyatrokare’yi kurmuşum” diyor musunuz?
Evet, diyorum! Çünkü biz kumbarada seyirci biriktirdik. Kastamonu’da, Erzurum’da, Diyarbakır’da, her yerde. Bir de eş zamanlı perde açıyoruz. Şu anda hiçbir tiyatronun yapamadığı bir şey… Bu akşam [17 Kasım 2023] “Veda” Ankara’da, biz buradayız. Ama tabii Türkiye’de büyük zorluklar var. Bir kere, sığınabileceğimiz bir evimiz yok. İkinci problemimiz, kadroların inancı. Herkes bir televizyon işi içinde; 60 kişiyi bir arada tutabilmek çok zor. Tiyatro sadece oyunculardan oluşmuyor; pek çok kişiye istihdam sağlıyorsunuz. Yani sanatın dışında, bunu anlatabilmek çok zor Türkiye’de… Çünkü o zaman diyorlar ki, ticaret mi yapıyorsunuz! Tamer Levent, kulakları çınlasın, hep tiyatronun tanımının üzerinde durur. Tiyatro nedir? Biz hâlâ 30 yıldır bu tanımı yapamadık. Bu çok üzücü! Bununla birlikte, Tiyatrokare olarak evimiz yok belki, ama Türkiye’nin her yeri evimiz…


Tiyatronun ustaları ve Saban ailesi bir arada - Rengin Uz, Nevra Serezli, Oya İnci, Doli Saban, Nedim Saban, Rıfat Saban, Suna Keskin (soldan sağa)
(Kaynak: Nedim Saban arşivi)

Piyeslerinizde Nevra Serezli, Suna Keskin gibi nice ustayı, genç isimlerle buluşturdunuz. Projelerinizi hayata geçirirken, kuşaklar arası ne gibi etkileşimler dikkatinizi çekti?
Genç kuşak arkadaşlarım, kâğıtta öğrenilemeyen şeyleri sahnede öğreniyor. Bu çok güzel… Oyunculuk, biliyorsunuz, sesli hafıza aynı zamanda. Kuşaktan kuşağa bir şeyler aktarıyoruz biz. Bu çok keyifli bir şey ve hakikaten Tiyatrokare’de, özellikle aile piyeslerinde, hep üç kuşak oldu. Tabii bu, seyirci açısından da çok etkileyici… Bir de tabii o kuşağın bize hem sahnede, hem kuliste öğrettikleri, hem de etik dediğimiz yazılı olmayan kuralları birbirimize aşılıyor olmamız çok keyifli.

Turnelerle Türkiye’yi il il gezmektesiniz. Yıllar içinde seyirci profilinde ne gibi değişimler gözlemliyorsunuz?
Çok olumlu… Bir kere Anadolu’da çok aydın bir kitle var. Tiyatroyu çok seviyorlar. Eskiden küçük şehirlerde insanlar evlerine kapanıp yaşarlardı. Artık böyle bir şey kalmadı. Denizli’ye de gittiğiniz zaman, bir buçuk saat trafik olabiliyor. Kimisi şehir dışında yaşıyor, ona rağmen tiyatroya geliyor. Eskiden tiyatrolar birbirine telefon ederdi: “Biz Karadeniz’e Nisan’da gideceğiz; siz de Mayıs’ta gidin.” Bu kalmadı. Şehirler çok büyük. Üniversite öğrencileri müthiş bir aydın kesim…


Lolita Nahmias Haleva ve Nedim Saban


Bir oyunun tutup tutmaması, birçok faktöre bağlı olsa gerek. Öngörüleriniz genellikle isabetli oluyor mu?
Maalesef bunu öngörmek zor… Zaten Haldun Hoca [Dormen] bu konuda, “Öngörebilseydim milyoner olmuştum” der. Tiyatrokare’nin çoğu oyunu 5 yılı geçer; bugüne kadar beni şaşırtan iki oyun oldu: Biri, “Süper İyi Günler”. Muhteşemdi ve bütün ödülleri aldı; ancak seyircide aynı karşılığı bulamadı. Diğeri, “Onca Yoksulluk Varken”. Yarım sezon oynandı. Ama benim hayatımda en keyifle çalıştığım projelerden biriydi. O dönemin rüzgârı nasıl esiyor, o da önemli. Mesela “Veda”, biliyorsunuz Cumhuriyetimizin 100. yılına rastladı. Seyirci ile oyunun eşleşmesi de zaman alabiliyor. Komik bir anımı anlatayım: “Leyla’nın Evi”ni çalışıyoruz. Zülfü Bey’e [Livaneli] dedik ki, kitabın kapak resmini afiş olarak kullanmak istiyoruz. Kapakta, bir salıncakta kadın resmi var. Afişi astık. “Leyla’nın Evi” Ankara’da 17 kişiye oynandı. Dediler ki, biz bunu çocuk oyunu sandık; salıncakta kadın var ya… Düşünebiliyor musunuz! Sonra PR çalışması baştan yapıldı. “Leyla’nın Evi” 10 yıl devam etti.

Hocaların hocası Yıldız Kenter’e, “Hocam ben Amerika’ya gittim, ama aslında konservatuvar sınavına girecektim” dediniz; “Ay caniko, almazdık ki seni! Hem boydan, hem “r”lerden kaybediyorsun. İyi ki gitmişsin…” mealinde bir yanıt aldınız. Yıldız Hoca espri mi yaptı, ya da “oyuncu pırıltısı” bazı nesnel koşullara mı bağlanıyor?
O dönem zaten konservatuara çok az insan alırlardı. Bir şekilcilik vardı Türk tiyatrosunda. Şimdi herkes kirli sakallı! O zamanlar konservatuarın kapısından giremezdin sakalla… Yıldız Hoca beni çok severdi ve tiyatro üzerine çok konuşurduk. Mesela beni kulise çağırırdı; Amerika’daki oyunları, Türkiye’deki oyunları konuşurduk. O kadar yakındık… Bir anımı anlatayım: Yılbaşı gecesi, elimde alışveriş torbaları var. Taksi bekliyorum. Bir araba durdu; şoför “Nereye gidiyorsunuz efendim?” diye sordu. “Allah Allah, kim bu?” dedim, bir baktım Yıldız Hoca! “Ben seni eve kadar bırakacağım” dedi. “Yapmayın hocam, ben taksi beklerim” dedim; kabul etmedi, beni eve kadar bıraktı. Daha komiği, taksi şoförü rolü oynadı. Vardığımızda indi ve kapımı açtı. Bir “Şoför Nebahat” esprisi vardı aramızda; yani bu “caniko” olarak söylediği, biraz da espriydi…


Nedim Saban, Ayşe Kulin ve Nevra Serezli ile birlikte (Kaynak: Nedim Saban arşivi)

Tiyatrocu olarak hayalleriniz neler?
Daha fazla oyun yapabilmek ve klasikleri sahnelemek. Biraz modern yorumlarıyla… Bunu ilk defa Şalom DERGİ’yle paylaşıyorum: Gelecek sene için “Satıcının Ölümü”nü hazırlıyoruz. Yıldız Hoca da, Müşfik Hoca da, mesela, Shakespeare’i çok sevdikleri halde oynayamamanın üzüntüsünü yaşamışlardı. Ben 20. yüzyıl klasiklerini çok oynamak isterim... Bir başka hayalim de yapım yerine daha fazla yönetmenliğe yönelebilmek. Keşke Türkiye’de daha fazla yapımcı yetişse diyorum. Bir de bizim yazarlarımız var, ama öykülerimiz çok az. Ya dışarıdan ithal öyküler, ya da seyircinin duymak istediği şeyler yazılıyor. Keşke daha çok bizim öykülerimiz anlatılabilse ve mesela roman adaptasyonları yerine, genç yazarlarımızın oyunlarını oynayabilsek. Ona cesaret edebilsek… İçinden seçebileceğiniz 200 tane oyun yok, ama 200 tane çok iyi roman var.