Adaya çıkıyoruz bir yaz, geçmiş zaman, iskeleden iner inmez etrafta tuhaf bir sesler: “Takatatakata. Tak tak. Tak takata tak takata…”
Küçük-büyük herkesin elinde iple bir halkaya bağlı iki tane top, ellerini uygun hareketlerle salladıkça, toplar birbirlerine çarpıp, bu sanki bir ağaçkakan, ağacı gagalıyormuşçasına sesler çıkarıyor. Adı da kendinden saçma: “Laklak!” Aman Allah’ım ne sansasyon yapmıştı o yaz! Kimin fikri idiyse o meret, inanılmaz paralar kırdı iki top bir ipten! “Ben şimdi karşınıza, böyle bir oyun yapıp satmak fikriyle çıksam,” diyordu kız kardeşim, “Aklını mı kaçırdın? Bu ne saçmalık!” derdiniz!
Alın size en basitinden bir icat örneği, alın size en basitinden bir karşı çıkış, bir reddediş! Zaten saçma-sapan her davranışımıza ebeveynlerimizin ilk tepkisi, “Başıma yeni icat çıkarma şimdi!” değil midir? Çünkü, yaşamın belli oturmuş bir düzeni vardır ve kimse o düzenin işleyişinin bozulmasını, yani başına iş açılmasını istemez. Demem şu ki, yaşantımızda, uzun zamandan beri olan paradigmalar ve toplumsal değerler vardır. Dolayısıyla insanlar, bu kökleşmiş ve geniş çapta kabul görmüş değerlerde değişikliklere karşı direnç gösterir. ‘Bilinmeyen’ korkusu? ‘İşler daha kötüye dönebilir’ korkusu? ‘Rekabet’ korkusu? Bugün bizi şaşırtabilir ama, mesela kahve bile, direnilen bir yenilikti çünkü yüzyıllardır egemen olan iki içeceğin kaderini değiştirdi: bira ve şarap.
Amerikalı besteci, filozof, sanatçı John Cage’in, yerinde bir şekilde ifade ettiği gibi: “İnsanların neden yeni fikirlerden korktuklarını anlayamıyorum. Ben eski fikirlerden korkuyorum.”
Buluş/icat nedir?
Buluş, olanı iyileştirme arayışıdır. “Elimdekini nasıl daha pratik kullanımlı veya daha verimli kullanabilirim” dürtüsüdür. İnsanı düşünmeye teşvik edici bir dürtüdür bu, ki buna “cognitive load - bilişsel yüklenme” der Psikoloji. Ne var ki, çoğu zaman mantıken en iyi seçeneği değil, en makul, aradığımıza bizi en yönlendirebilecek gibi görünen seçeneği seçiyoruz, ki bunun sonucunda buluşumuz yersiz, yetersiz, ekstrem durumlarda da lüzumsuz kalabiliyor. Aynı 1929’da ABD’de “Yüzme bilmeyenlere müjde” sloganıyla satışa sunulan ahşap mayolar gibi.
Suda batmayacağı için makul ve pratik bir çözüm gibi görünmüşse de, ahşap, suda fazla kalındığında şiştiği için insanın üstünden çıkarmasını zorlaştırdığı gibi, kuruması da günler alıyordu.
Ancak öyle sağlam kurgulanmış yenilikler var ki, tarih bize pek çok aklı başında, pek çok alanına hâkim şahsiyetlerin, şirket bünyelerinin ne yazık ki bu büyük bir fikirlerin potansiyelini fark edemediğini göstermiştir.
Yakın tarihten örnekle, hepimizin tanıdığı iki dev şirket Nokia ile Kodak. Nokia akıllı telefonların yükselişini görmezden geldi, Kodak dijital fotoğrafçılığın yükselişini görmezden geldi. Sonuç: İkisi de, öngörüsü yükseklerin karşısında çöktü.
Başarısı öngörülemeyen önemli buluşlar
Aleksander Graham Bell’in telefonu için “Bu ‘telefon’un, ciddi bir iletişim aracı olarak görülmesi için çok fazla eksiği var. Bu cihaz bizim için hiçbir değer taşımıyor” diyordu 1876 tarihli bir Western Union dahili yazışması.
“Motorlu araçların gelişinin, at binmeyi etkileyeceğine inanmıyorum” demişti karşı çıkanlara, Scott-Montague,1903’te Birleşik Krallık’taki milletvekili. Doğru da demiş. Ancak, insanların alışması ve aracın mükemmelleştirilmesi zaman almış doğal olarak. Mesela ilk otomobiller hem yavaş ve güvenilmezdi hem de çıkardıkları ses atları korkutuyordu. Biri yol kenarında bozulduğunda, yoldan geçenler, “At alın at!!!” diye bağırarak onlarla dalga geçerdi. Ayrıca yedek parça ve yakıt bulmak da zordu. Bir yıl boyunca İngiltere, araba kullanan herkesin önünde, diğer kullanıcıları uyarmak için kırmızı bayrak sallayan bir adamın yürümesini (!) zorunlu kıldı. Bunlar kelimenin tam anlamıyla “atsız arabalar”dı, vagon tekerlekleri olan ve dümenle yönlendirilen üstü açık araçlardı. Elbette ki, kullanımına alışılması zaman alacaktı. Hele bizimki gibi muhafazakâr ülkelerde. Nitekim, Beyoğlu Kırım-Anglikan Kilisesi’nin yapımına izin veren Sultan Abdülaziz’e teşekkür anlamında Kraliçe Victoria’nın gönderdiği, İngiltere’de yeni çıkmış bir otomobilin Şeyhülislamın verdiği “Şeytan İşidir” fetvası üzerine Sarayburnu’ndan denize atılmasını anımsayalım…
Thomas Edison
1878’de Thomas Edison, akkor lamba üzerinde çalıştığını duyurunca gaz menkul kıymetleri düştüğünde, İngiliz Parlamentosu konuyu araştırmak için bir komite kurdu ve vardıkları sonuç Edison için pek de hoş olmadı. O dönemde İngilizlerin Amerikan icatlarına sinirlenmeleri tamamen olağandı da büyük lokma ye ... misali, sonrasında o hafife aldıkları ampule yüzyılın icadı demekten kaçamayacaklardı.
Kısa kısa…
* “Kablosuz müzik kutusunun hayal edilebilecek hiçbir ticari değeri yok. Özellikle kimseye gönderilmeyen bir mesajın parasını kim öder?” demiş David Sarnoff’s Associates şirketi 1920’lerde radyoya yatırım yapma teklifini reddederken.
* “Aktörlerin konuşmasını kim dinlemek ister ki?” gibi bir yorum yapmış H.M. Warner (Warner Brothers) şirketi, 1927’de sesli film yapma teklifini reddederken.
* Bayer’in Farmakoloji Enstitüsü Başkanı Heinrich Dreser, Felix Hoffmann’ın aspirinini reddettiği mektupta şöyle diyordu: “Bu, tipik bir Berlin laf kalabalığı. Ürün değersiz.” O noktada, Bayer, ‘yıldız’ ağrı kesicisi diacetylmorphine’i savunmak zorundaydı. Bu ilacın, fabrika işçilerini canlı ve ‘kahraman’ (hero) hissettirdiği bildiriliyordu, bu yüzden Bayer ona en uygun adın ‘Heroin’ (eroin) olacağına karar verdi. Ancak daha sonra, ‘garip’ yan etkileri nedeniyle eroinin piyasadan çekilmesine karar verildi. Bayer’in başkanı sonunda Dreser’in kararını geçersiz kılmak ve aspirini Bayer’in ana ağrı kesicisi olarak kabul etmek için müdahale etti. Bugün her yıl 10 milyardan fazla aspirin tableti yutuluyor.
* “Kim düz kâğıda bir belge kopyalamak ister ki???!!!” diyordu XEROX makinesinin mucidi Chester Carlson’a 1940’ta yazılan ret mektubunda. 1939 ile 1944 arasında 20’den fazla şirket, Ulusal Mucitler Konseyi bile onun “yararsız” fikrini reddetti. Bugün, Rank Xerox Corporation’ın yıllık geliri bir milyar dolar civarında...
* “Konsept ilginç ve iyi biçimlendirilmiş, ancak kazançlı olması için fikrin fizibilitesi yapılmalı” gibi bir yorum yapınca, bir gecede teslimat hizmeti fikrine bir Yale üniversitesi profesörü, Fred Smith Federal Express’i kurma girişimine devam etti.
* “Bunun üzerine Atari’ye gittik” diyordu arkadaşı Steve Wozniak ile Apple Bilgisayar kurucusu Steve Jobs başarı öyküsünde, “Ve şöyle dedik: ‘Bakın, elimizde harika bir şey var, hatta sizin bazı parçalarınızı kullanarak oluşturduk, bize finansman sağlama konusunda ne düşünüyorsunuz?’ Onlar da, ‘Hayır’ dediler. Oradan Hewlett-Packard’a gittik, bizi ‘Daha üniversiteyi bitirmediniz’ deyip önemsemediler.”
Tekerlekten başlayarak Wright Kardeşler’in uçağı, aşılar, denizaltı, telefon, yenilerden suni organlar, robotlar, son-son yapay zekâ… Sürekli kafa yorulmuş, sürekli yaratılmış. İlk kez TV seyreden anneannem: “Bir, ekrandan adam çıkartmaları kalmış” demişti, o da olacak!
Gençlerin güncel dili ile “So what yani?”
Demem şu ki, yenilikçi fikirleri olan, kalıpları kırmak isteyen kim olursa olsun, bilmelidir ki muhafazakâr bir direnişle karşılaşacak. Karar vericiler çoğu zaman yeni teknolojiler hakkında çok az fikir sahibidir ve olabildiğince somut kanıt isteyeceklerdir. Onay vermedikleri sürece hiçbir risk altında değillerdir ama onay verdikleri andan itibaren, gırtlaklarına kadar batmış olacaklardır kararlarının sonucuna iyi veya kötü. Kaldı ki, insan yaradılışı itibariyle her yeniliğe negatif yaklaşmak eğilimindedir.
Bu dememi de şu anekdotla açıklayıp noktalayayım konuyu:
Yine tarihin ünlü bir buluşu, George Stephenson ve oğlu Robert, ilk pratik buharlı lokomotifi imal edip ilk kez deneyecekleri gün, toplanan kalabalıktaki karamsarlar devamlı mırıldanıp dururlarmış:
- “Çalıştıramayacak... çalıştıramayacak...”
Derken, yoğun bir buhar ve is bulutu ardından lokomotif hareket edince, bu kez bir an şaşkın ve hareketsiz ardından bakakaldıktan sonra tekrar mırıldanmaya devam etmişler:
- “Durduramayacak… durduramayacak...”