Smyrna Amazonları, Venüs Üçgenleri, Balıklı Adam ve diğerleri...




Sanatın işlevlerinden biri de insanlara kendi deneyimlerine sahip çıkabilmeleri için ihtiyaç duydukları kelimeleri verebilmektir. Hikâye anlatıcılığı kim olduğumuzu ve ne istediğimizi bilmek için bir araçtır.”
Ursula Le Guinn

Cem Sağbil, uluslararası başarılara imzasını atmış bir hikâye anlatıcısı. Hikâyeler üzerinden bir duygu aktarımcısı. Resimler de yapmış olan bir heykel sanatçısı. Mitolojik tanrıların her birimizdeki yansımalarından tutun, Amazonlardan geçerek doğa ananın sonsuz ölüm yaşam döngüsüne kadar çeşitli serileri var.

Son olarak Kuşadası Belediyesinin siparişi ile Temmuz ayında Balıkçılar Pazarı meydanına Balıklı Adam heykeli ve diğer yerleştirmeleri ile ayrı bir hareket kazandırdı.

Atölyede harıl harıl bir sabah... Cem Sağbil Kuşadası Belediyesi için yaptığı heykelin son rötuşlarını tamamlıyor... Bir taraftan da montajı nasıl yapacaklarını konuşuyorlar elemanları ile. Hava sıcak. Birazdan hep birlikte Kuşadası’na doğru yola çıkacağız.

Heykel işi garip bir iş...

Bir yanı sanat bir yanı ağır işçilik... Önce fark edeceksiniz; duyguyu derininizde hissedeceksiniz sonra bir inşaat işçisi misali malzemenizle ilgileneceksiniz. O süptil duyguyu önce çamura, sonra silikon kalıba, derken ağır metale aktaracaksınız. İşinizde usta olabilmişseniz eğer, duygunun hafifliği, giderek ağırlaşan malzemeden taşıp izleyiciye ulaşacak.

Cem Sağbil duygunun bronza, bronzun da duyguya akışının ustası. Bronz, döküm anında akışkan bir ateş topu... Sanatçının o ateş topundan çıkan tiplemeleri hem çok güçlüler, hem parmağınla itsen devrilecek gibiler. Çok naifler... Aynı anda hem çok özeller, hem de hayatın içinden herhangi biri gibiler. Yine de sıra dışı bir bakışları, duruşları var... Belki biraz karikatürize ama sevilesi tipler onlar. Öyle bir halleri var ki, bakan onları sevmek, anlatacaklarını dinlemek ve kendi hikâyesine eklemek istiyor. Yeter ki, izleyici Cem Sağbil heykelleri ile sohbete zaman ayırmayı seçsin. Zaten kendisi de “Bir dakika” diyor, “her şeyi tükettiğimiz bu çok hızlı dünyada birisi benim heykelimin karşısına geçip de bir dakika durursa, ben mutluyum…”

Ne oluyor o bir dakikada?

“Düşünmeye başlıyor. Heykele bakıyor ve yorum yapmaya başlıyor. Yorum yapıyor çünkü iş bitmemiş bir iş, ama kasıtlı olarak bitirilmemiş bir iş değil. Gözünün kirpiğini, tüyünü, kılını fotoğraf gibi bire bir yapmak yerine orada gözümsü bir şey olunca, izleyici o gözü kendi kafasında tamamlamaya başlıyor.

Burnunun kıvrımından, dudağının kalınlığından, ya da elini tutuşundan çağrışımlar yapıyor ve heykelle beraber bir hikâye oluşturmaya başlıyor. Bu yolda çalışmalarım öyle bir noktaya geldi ki, sonunda neyi daha az yaparsam izleyiciye daha çok malzeme verebileceğimi araştırmaya başladım.”

O zaman heykel izleyicinin heykeli oluyor.

“Belki çok yeni bir şey değil ama çalışma pratiğimde bunu keşfetmiş olmak inanılmaz bir durum ve büyük bir keyif. Sözünü ettiğin karikatürizelik biraz böyle bir hal. Duyguyu mümkün olduğu kadar az malzeme ile anlatabilmek ve izleyiciye boşlukları kendi hikâyesine göre doldurabilme imkânı sunmak için bir yöntem.”

Cem Sağbil ve Balıklı Adam Heykeli

Cem Sağbil’in heykelleri insanın içine işleyen bir duygu yayıyorlar. Kendisi de bu duyguyu çok sevdiğini ve heykellerinde kullandığını dile getiriyor. Kuşadası Balık Pazarı Meydanına dikilen Balıklı Adam Heykeli’ni şöyle tanımlıyor sanatçı:

“Mutlu, mesut, kucağında kocaman bir balık tutan naif bir adam. Kahraman değil. Çocuk belki. Çok gururlu, çok mutlu. Birtakım detaylar, yamuk, kaçık, uçuk... Bir yığın varyasyon söylenebilir ama orada müthiş bir serüven yatıyor. Devasa bir bereket sembolü gibi kocaman bir balık. Meydana da çok yakıştı. Hikâyesi bu kadar basit, çok büyük de bir felsefesi yok ama bereketi ve naifliği sembolize ederken, ‘Burası balıkçılar pazarı, gel, gel bak!’ diye geleni geçeni davet ediyor.”

“Kuşadası meydanındaki bu yerleştirmede oyunsal bir şey var. Yerleştirir yerleştirmez insanlar aralarında konuşmaya başladılar: ‘Ay, bunun karnı doymuş etrafına bakıyor, öteki mırmır geriniyor. Bak işte şu acıkmış bir şeyler aşırmaya bakıyor.’ Güzel bir süreç, iyi bir çalışma olduğunu düşünüyorum. Çok eğlendim yaparken…”

Paris’te bir meydanda bronz heykelleri sergilenen tek Türk sanatçı olmanın yanı sıra Kuşadası’nın da ilk bronz heykelleri Cem Sağbil’in elinden çıkma. En çok etkilendiği malzeme ise bronz.

“Bronzu seçmemin en etkileyici sebeplerinden biri, çok kalıcı olduğuna inanmamdı. İz bırakmak! Yabancı bir ülkedeydim, evimden, ailemden, dostlarımdan, alışkanlıklarımdan uzakta, yalnızdım. Kalıcı olma ihtiyacındaydım. Bronz kendi başına bir serüven yarattı. Uzun süreçlere rağmen, bronz gibi yumuşacık bir şeyin birden bire sert bir şeye dönüşmesi ama hala yumuşaklığını koruması çok etkileyici. Artık illa bronz yapmak gibi bir derdim yok. Kalıcı olmanın buna bağlı olmadığını anladığımdan beri daha rahatım.”

İzmir Amazonları ve bir hikâye anlatıcısı olarak Mitoloji

“Hep daha gelenekseli ve daha kendime ait olanları ararken mitolojiye sarıldım. Mitoloji masalımsı bir şey gibi tınlamasına rağmen bilginin birikmesiyle oluşarak Batı felsefesini, psikolojisini, sosyolojisini etkilemiş birtakım kadim bilgiler…”

Dolayısıyla, mitoloji, bir hikâye anlatıcısı olan Cem Sağbil’in eserlerine konu olmaya başlar. Anadolu’yu koruyan tanrılarla, adalardan gelen Yunanlıları koruyan tanrıların savaşı olan Truva Savaşı, çok trajik, çok heyecanlı, muhteşem bir hikâyedir. Savaşın en sonunda Amazonlarla kraliçeleri, Truvalıların yanında savaşa katılır. Akhilleus’un güçlü ve güzel Penthesileia ile bir düellosu bir ikilem hikâyesidir aynı zamanda. Birbirlerine âşık olurlar. Ölümüne savaşırlar, sonuçta Akhilleus Pentesileia’yı öldürür.

“Mitolojik hikâyenin ötesinde, orada bir doğa, doğurganlık, anatanrıça, tanrıçalar, tanrıçalık halleri var. Tabi bu, biz erkeklerin çok nasibini almadığı bir hikâye. Her tür tanrıları bizler yaratmış olsak da kadınlar doğurdu. Bu, bir erkeğin asla sahip olamayacağı çok güçlü bir şey. Üstelik bu, savaşçı bir kavim...

Bütün bu kadim bilgiler, bu güç, bu yaratıcılık ve savaşçı güçleri müthiş etkilemiştir beni. Amazonların soyu Truva Savaşı ile biter. Ancak, daha öncesinde İzmir’in Amazonlar tarafından kurulduğu söylenir.”

Cem Sağbil, bu hikâyelerin etkisinde Amazon heykelciklerini yapmaya başlar. Bu arada 2011 yılında Sabancı Müzesinde bir kiklad sergisi açılır:

“Çok güzeldir, şık ve sterildir kiklad idolleri. Ben de bundan etkilenerek küçük boylarda savaşçı Amazon kadınlarının idollerini yapıyorum. Bu arada Türk Sezonu dolayısıyla davet edildiğim Paris’te bir sergi açmışım. Louvre müzesi de idollerle ilgili bir kitap çıkartmış: Smyrna İdolleri. Benim yapmış olduğum idollere son derece benzeyen bir kapak fotoğrafı var. Oysa ben bu heykeli hiç görmemiştim.

 

Smyrna amazonlarından doğa savaşçılarına


Amazonların savaşçı kimliklerinden biraz uzaklaşıp doğa analara dönüşü

“30 kadar yıl mitolojinin içinde gidip geldikçe çok felsefik işler yaptım. Uzun yıllar Avrupa’da yaşamış, ama yine de bir Türk olarak, Doğulu olarak mitolojik tanrılar arasında dolandım. Bir tarafta aşkları, heyecanları, dedikoduları, hikâye ve efsaneleri ile Doğulu Dionizik düşünce tarzı ile diğer yanda mantık, eğitim okul vs. devamlılık gibi Batılı Apollonist düşünce tarzı arasında arafta kaldım.”

Doğa anaya geçiş nasıl oldu?

“Mitolojik hikâyelerin, hayallerin peşinde koşmaya başlayınca açtığım kapı, hep yeni kapılara vesile oldu. Müthiş heyecanlı, müthiş enerjik, dolu dolu bir yolculuk... Labirent gibi, çıkmak isteyince çıkamıyorsun. Derken bir gün, tamam artık dedim kendime... çiçek ve böcek yapmak istiyorum.

O sırada, Harvard Üniversitesinde açacağım ve ağırlıklı olarak Sysiphus’ların ve kayığının yer alacağı sergi için Boston’a uçuyorum. Yıl 2016-17. Uzun bir yolculuk, 1994’ten beri yazmakta olduğum kusmuk torbalarından bir kaç tane yazmak ümidiyle kalemlerim hazır… İlk defa o seyahatte THY amblemi binlerce küçük çiçekten oluşmuştu. Doğa anaları bu çiçeklerin üzerinde yapmaya başladım... İdolleri de bunlarla dönüştürdüm. O savaşçı Amazon kadınları bugün doğa savaşçıları olarak karşımıza çıkıyor.”

Cem Sağbil ciddi bir müzik dinleyicisi de aynı zamanda... Dolayısıyla müzik sıklıkla benzetmelerine konu oluyor...

“Beethoven, Bach, Mozart gibi virtüözler çok zamansızdır. Her zaman, her yerde, her nesil, her yaş onların müziğini dinleyebilir. İdolleştirdiğim bir sanatçı hiç olmadıysa da, hep o evrensel çizginin üzerinde durmak istedim, zamansız olacak bir şey yapmaya özlem duydum. Yüz sene sonra da anlam taşıyacak bir eser yapmak gibi bir iddiam olmasa da güdüsel olarak buraya yürümek duygusuyla çalışıyorum.”

Cem Sağbil’in işlerini eline alıp okşamak istiyorsun... Okşamak... Duygusunu anlamak... Yaşamına dâhil olmak ve hatta yaşamına dâhil etmek…

“Böyle hissediliyorsa çok memnun olurum. ‘Mış gibi’ yapamıyorum... Tanınmış ya da tanınmamış olsun, başka sanatçıların işlerinin arasında ‘mış gibi’ yapılmamışları beğeniyor, saygı duyuyorum. Öyle bir enerji yüklenmiş ki o işe, sanatçının işi yaparken aldığı hazzı ve enerjiyi hissediyor, heyecanlanıyorum.”

Atölyede heyecan verici yeni bir serisinden gözlerimi alamıyorum: Venüs Üçgenleri... Bazı ana başlıkları olduğunu anlatıyor Cem Sağbil, kimi zaman ruhunun derinliklerine gömülüp doğanın döngüsü misali zamanı geldikçe güncel etkileşimlerle yeniden yaratım sürecine dâhil olan temalar bunlar.

“Venüs Üçgenleri de böyle. 30 yıldır yaptığım bir iş. İlk zamanlar pişmiş topraktan yapıyordum. Almanya’da bir kaç koleksiyonda bunların örnekleri var. Venüs Üçgeni için dünyanın merkezi yorumları da var. Courbet’nin Paris’te görev yapan bir Osmanlı diplomatı için yaptığı resim mesela...
İzmir’de açtığım bir sergide, 250 yıllık ahşaplardan 5,5-6 metre boyunda bir Venüs Üçgeni yapmıştım. Üç ayak üzerinde duran, gece sadece o Venüs Üçgeninin parladığı…”

Ne yazık parçalanarak yok olmuş o heykel... Yeni seri, Doğa Ana serisiyle bütünleşerek farklı bir dönüşüm geçiriyor.

“Çok iç içe giren kavramlar bunlar.”

 

Durmadan anlatıyor sanatçı yaratım serüvenini…

“Henüz izleyicime sunmadığım bu Venüs Üçgenleri serisinde çiçek böcek motifini çok kullandım. Doğa ana, yine o doğurganlık. Belki de Venüs Üçgeni birden bire Nuh’un gemisini doğuracak. Göreceğiz, ancak bu düşünsel, duygusal karşılaşmalarla heyecanım ve farkındalıklarım artıyor. Kendi kavrama ve anlama sürecim gelişiyor. Tabi ki bu bir lisan, tabi ki bir hikâye anlatmaya çalışıyorum ama önce kendime anlatıyorum. Bir alet çalmak gibi... Karşı tarafa bir şey dinletmek değil derdim. O aletle birlikte olabilmek. O aleti yaşıyor olabilmek. Ama tınlattığım dinlenirse mutlu olurum. Çünkü o zaman benim heyecanım ve kaygılarım, meraklarım ve eğlencelerim, serüvenim izleyiciye mal oluyor. Kendi hikâyelerini yazmaya başlıyorlar. Bunun için uğraşıyorum. Onlara ne kadar alan açabileceğimi araştırdıkça malzememin üzerinde oynuyorum ve bu müthiş lezzetli bir şey.”