Rusya’nın ‘beyaz geceleri’ni yaşamak rüyasını yıllarca içimde taşıyarak büyüdüm.

Dostoyevski’nin eserleriyle tanıştığımda ortaokul hayatımın ilk sınıflarında idim. Yıllar boyu bu romanları okudum, bazılarını döndüm tekrar tekrar okudum.

Dev yazarın “Beyaz Geceler” romanını okumak için ise sanki sürprizli bir gün beklemiş; yakın arkadaşlarımla gittiğim bir tiyatro sanatçısının Gümüşsuyu’ndaki evinde, yaz öğlenden sonrası, kitabın bana hediye edilmesi ile beyaz gecelere kavuşmak sevdasına kapılmıştım.

Beyaz Geceler teması hayatımda üç kere çaldı kapımı. Hediye edilen roman ile büyülendikten sonra, Beyaz Geceler isimli iki de film seyrettim. İkisini de çok sevdim.

Dünyaca ünlü erkek dansçı Baryshnikov’un, Vysotsky’nin “Atlar” isimli parçasındaki dansı aracılığı ile özgürlük çağrısı yaptığı, bir iltica hikâyesi 1985 yapımı Beyaz Geceler filmi… Diğeri de, usta yönetmen Visconti’nin, Dostoyevski’nin eserinden uyarladığı 1957 yapımı bir yalnızlık hikâyesi, aşk sorgusu Beyaz Geceler…

Fakat ah Nastenka! Dostoyevski’nin Beyaz Geceleri’nin anlatıcısının âşık olduğu Nastenka ve St. Petersburg’un sokaklarında dört günde geçen bu hüzünlü hikâye.


Aslıhan Karay Özdaş, Hermitage Müzesi
 

İşte içimde bu düşünceler, bilgiler ve özlemlerle gittim St. Petersburg’a; seyahatimizi Mayıs-Temmuz arasında yaşanan “Beyaz Geceler”e göre planladık ve aynı romandaki gibi tam dört gün kaldık.

Hermitage Müzesi ve Petergof Sarayı
Çarlık Rusya’nın 200 sene boyunca başkenti olmuş, Rus Çarı Petro tarafından 1703 senesinde kurulmuş olan St. Petersburg, mimari güzelliklerinin vs. ihtişamının yanında üzerine yerleştiği 42 adası, sayısı 500’lere yaklaşan köprüsü ile Baltık Denizi kıyısında görkemli bir merkez: sanat, edebiyat, mimari, müzik, doğa, mutfak, alışveriş… Ne ararsak var!

Biz uzun senelerdir görmek istediğimiz, Çariçe 2. Katerina tarafından kurulmuş, 1852 senesinde hizmet vermeye başlamış Hermitage Müzesi’ni seyahatimizin ilk hedefi olarak planlamıştık. Uzun kuyruklar ve beklemelerden, acentemizin önden yaptığı rezervasyon sayesinde kurtularak, içinde 3 milyondan fazla sanat eserine ev sahipliği yapan müzeyi gezme imkânı bulduk. Leonardo, Titian, Caravaggio, Rembrandt, Goya… Dünyanın en büyük resim koleksiyonuna sahip ve Guinness Rekorlar Kitabı’na girmiş, Kış Sarayı, Küçük Hermitage, Eski Hermitage, Yeni Hermitage, Hermitage Tiyatrosu’ndan müteşekkil müzeyi elbette belirli bir saat dilimine sığdırmak ya da layıkıyla gezmek imkânı yok böylesine kısa bir seyahatte. Yine de elimizden geleni yaptık ve günün sonunda Saray Meydanı’ndaki merdivenlere bedenimiz yorgun ama ruhumuz sanat ve güzellikle baştanbaşa büyülenmiş bir şekilde oturduk…

Günü ise yine Dostoyevski’nin izinde, Çaykovski’nin de çok sevdiği 1785 senesinde kurulmuş zarif Palkin Restaurant’da şahane Rus lezzetleri ile taçlandırdık. 18 saatlik gün ışığının tadını çıkararak sokaklarda uzun uzun yürüdük, sanki İstiklal Caddesi’nde sabahlara aktığımız öğrencilik senelerimize geri döndük.


Muhteşem Petergof Sarayı


Versailles Sarayı’ndan etkilenen Rus Çarı Petro’nun, İsveçlilere karşı kazandığı zafer sonrası Baltık Denizi kıyısında 650 hektarlık bir alana yaptırdığı, St. Petersburg’a 30 km mesafedeki Petergof Sarayı’nı ziyarete bir günümüzü ayırdık. Aşağı ve Yukarı Bahçelerdeki fıskiyeli havuzları, heykelleri, basamaklı şelaleleri, köşkleri, Petergof Büyük Sarayı, Marly Sarayı… Hem mimari harikası hem sanat koleksiyonuna ev sahipliği yapan ihtişamlı ve zarif müzeler kompleksi. 1700’lü senelerin başında mimar Jean Baptiste Le Blond tarafından yapıldıktan seneler sonra 2. Dünya Savaşı’nda 1941-44 arasında Almanların elinde kalan ve çok zarar alan Petergof Sarayı aslına uygun olarak 1997’da restore edilmiş ve UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne eklemiş.

Dostoyevski Müzesi
Aklımızda Dostoyevski romanları ile geldiğimiz bu baş döndüren şehirde Dostoyevski Müzesi’nde yeni güne başladık. 1878’den 1881 senesindeki vefatına kadar yaşadığı daireyi gezdik. Çay ve tütüne olan düşkünlüğü ile de tanınan Dostoyevski’nin, “Beni kıyametin kopmasıyla çaysız kalma arasında bir seçime zorlasalar, dünyanın batmasını umursamaz, çayımdan vazgeçmeyeceğimi haykırırdım” sözü evin duvarında asılı. Karamazov Kardeşlerin yazıldığı bu evde, yazarın meşhur şapkasını, bastonunu, sigaralarını, çocuklarının odasını, kendi çalışma odasını görmek çok etkileyici idi. Ayrıca zengin bir kitap ve el yazmaları koleksiyonuna sahiplik yapan müzeden Dostoyevski ile rûberû (yüz yüze) tanışmışçasına bir heyecan ile ayrıldık.


Dökülen Kan Kilisesi

Şehrin atar damarı, pek güzel binaların yan yana sıralandığı Nevsky Caddesi’ndeki Edebiyat Kahvesi’nde Puşkin ile biraz sohbet edip, müzik dinleyerek kahvelerimizi yudumladıktan sonra ihtişamlı mimarisi ile Dökülen Kan Kilisesi’ni ziyaret ettik. Uzun uzun yürüdük, alışveriş yaptık. Fabergé yumurtaların güzelliklerini seyretmeye de, almaya da doyamadık. Minyatür Fabergé yumurtalardan kolyeler, üstlerine nefis manzaralar resmedilmiş lake kutular aldık. “Keşke” diyoruz, “amber ve Fabergé objelerden daha çok alsaydık!” Yine de evde hatırı sayılır bir koleksiyona sahip olduk. Tarihî bir pastane olan Küpetz Eliseev’e gitmeden olmaz diyerek, orada bir mola daha verdik.


Palace Meydanı


Bunca kanal ve köprü ile dantel gibi süslenmiş şehirde tavsiye üzerine iki kere kanal turu yaptık. Bir gündüz, köprüler kapalıyken diğeri gece… Gece ama beyaz bir gece… Köprüler birer bir açılırken ve gün, bitmeyen gecenin alacakaranlığına dönüşürken.

Ve son günümüz…
Son günümüze Neoklasik üslupta yapmış, ülkedeki en büyük müzelerden biri olan Rus Devlet Müzesi ve Etnografya Müzesi’ni gezerek başladık. Çok sevdiğim ressamların Ayvazovski, Repin, Bakst eserleri ile kendimden geçtim. Ayrıca Rus kültürünü daha yakından tanıdım.

Öğleyin, bir gün önceden planlarımıza dâhil ettiğimiz 140 senelik Grand Hotel Europe’da Nevsky Caddesi ile Sanatçılar Mahallesi’nde mola verdik. Anna Pavlova, Stravinsky, Bernard Shaw, Maxim Gorky ve elbette Dostoyevski tarafından tercih edilmiş olan bu şahane art nouveau otelde, Rasputin’in yemekli partiler düzenliği mekânda hem tarihte yolculuk yaptık hem de havyarlı, şampanyalı, çok keyifli yemekler yedik. Mantarlı ve buğdaylı çorbanın tadı damağımda kaldı…


Mariinsky Tiyatrosu
 

Yine vakit gidiş saatine yaklaşmıştı ve bu şehirde de göremediğimiz pek çok yer kalmıştı. Şair Anna Ahmatova Müzesi’ni göremedik. Şehre 24 km mesafedeki Tsarskoye Selo saray ve parkını bir dahaki ziyaretimize bıraktık. Mariinsky Tiyatrosu’nun önünden geçtik ve Kirov Balesi’nin bir temsilini görmek için bir dahaki gelişimizi beklemeye karar verdik. Belki bir sonbaharda…

Beyaz Geceler
Beyaz Geceleri St. Petersburg’da çoklukla açık havada yaşamak istedik.

Suç ve Ceza’nın mekânı Nevsky Bulvarı’nın canlılığı, Dvortsovaya Ploshchad Sarayı Meydanı’nın büyüklüğü, Rasputin’in öldürüldüğü Yusupov Sarayı’nın güzelliği…

Devrim sonrasının sosyalist gerçekçi sanatı, Rus avangardı, formalistler… Chagall, Kandinsky gibi ruhumun mihenk taşı isimler.

Beyaz Geceler festivalleri, gecesine sarılıp uyuyamayan gündüzler, incelikli mücevherler, büyük saraylar, sosyalist dönemden konutlar, heykeller, Dostoyevski’nin kahramanı Raskolnikov’un ayak izleri, açılan kapanan masal köprüleri, semaverler, buz gibi votkalar, arka sokaklarda kasiyerlerin opera dinlediği köhne marketler, ön sokaklarında beyaz limuzinler kiralayıp evlenen gençler…

St. Petersburg büyülü bir yer! St. Petersburg Beyaz Geceler’de insanı başka bir gezegene seyahate çıkmış hissi veren, her anı ile şaşırtıcı, birden fazla gidilecek bir yer…