Fotoğraflar: Aslıhan Karay Özdaş

Bilmediğim dillerde konuşurum Kekova ile…

Ekim ayında Göcek’ten Kekova’ya yelken yapmak her sene taptaze bir heyecandır benim için.

Eylül sonuna doğru Akdeniz’de hava tazelenmeye, nefes aldırmaya başlar. Artık daha sıcak sulara inmenin zamanı gelmiştir. Karacaören’de Deli Muzaffer’in yerinde veya Gemiler Adası’nda geceler, rotamız için planımızı yaparız.

Karacaören’de bir şamandıraya bağlanıp berrak sularda yüzmek ve akşam Baba Dağı’nı kızıl renge boyayan güneşi batırmak… Ya da Nureyev’in görüp hayran olduğu Gemiler Adası’nda bir kayaya koltuk halatı ile bağlanıp, saatimizi güneşe göre ayarlayarak beyaz şarabımız ve kadehlerimiz çantamızda, güne hoşça kal demek için 5. yüzyıldan kalma kilise ve sarnıç kalıntılarından geçerek tepelere tırmanmak; sonrasında depremde sular altında kalmış evlerin duvarlarının arasında mavi sulara dalmak…

Sabah erken saatte koltuk halatını çözerek, rotayı Yedi Burun’lardan deniz koşullarının genellikle kötü olduğu ismiyle müsemma Kötü Burun’a tutarız.

Ölüdeniz’i geçer Kalkan’a bazı zamanlar uğrar, bazı zamanlar ise Kaş Marina’ya bağlanırız.

Kaş Marina’yı birkaç günlük konaklama noktası olarak seçip günü birlik geziler yapmak çok keyiflidir.

Bu gezilerden ilki her sene araba kiralayarak gittiğimiz büyüleyici Patara Antik Kenti. Diğeri ise Kaş’ın içinden feribot ile gittiğimiz Meis Adası...



Patara’nın 18 km uzunluğunda bembeyaz kumlu caretta carettalı plajına, her daim rüzgârlı dalgalı denizine, karşılıklı gökyüzüne uzanan ağaçların sıralandığı yoldan geçerek kavuşmak… Patara’ya gelmek, Lykia’nın merkezinde geçmişe yolculuk yapmak. Antik kent gezisini kış aylarına bırakıp, dalgalarla çocuk sevinciyle oynamak ve yaşadığımız coğrafyanın güzelliğine şükretmek demek!.

Akşamları Kaş’ta pek çok hoş lokanta ve bar arasında seçim yapmak zor olsa da sıklıkla gittiğimiz Smiley’den her zaman memnun kalıyoruz. Lokantaya gitmeden önce pasaportumuzu Meis’e günlük gezi yapan acentalardan birine teslim ederek, ertesi sabah bu minyatür adaya gitmek üzere yerimizi ayırtıyoruz.

Meis Adası
Meis, St. Jean Şövalyeleri’nin, adadaki kayaların renginden dolayı verdikleri isimle Chateau Roux, Kastellorizo ya da Kızılhisar Adası. Muhteşem panoraması ile kalesi, sadece mavi beyaz değil, morlara ve portakallara boyanmış bakımlı evleri, tertemiz sokakları, 1512-1915 arasında Osmanlı toprağı olduğu dönemden kalan camii ile minimini, cici mi cici bir ada. Athina Restaurant’ın kremalı ve beyaz şaraplı sosta yaptığı deniz ürünleri, çıtır patlıcanları… Müşterileri ziyarete gelen kocaman ve çok iştahlı caretta carettası. Yemekten kalkınca, hemen gümrüğün yanında minik kafede kahve ve ev yapımı ‘tsipouro’ içip; güzellikten, temizlikten, lezzetten mi uzodan mı çakır keyif Kaş’a dönüş. Tekneyi hazırladıktan sonra sabah aşağılara inmek üzere tatlı bir uykuya merhaba!

 

Sıçak Koyu ve Aperlai antik kenti
Aperlai benim delicesine sevdiğim bir antik kent. Sıçak Koyu’na demirleyip gün boyu denize girdikten sonra güneş batımına yakın iskeleye aborda oluruz. Yanımıza fotoğraf makinemizi, suyumuzu alıp yürümeye başlarız. Yer yer çatlamış kızıl topraklardan geçer, sessizliğin ortasına kara ulaşımı olmayan renkli ve sevimli motel kamp Purple House’un bahçesinden antik kente ulaşırız. Luwi dilinde “Apprillai” yani “Boğaz Geçidi” anlamına gelen bu mücevher Lykia liman şehri M.Ö 5 ve 4. yüzyıl, Roma dönemi ve Bizans dönemlerine ait kalıntılar barındırır ve her köşesinde ayrı bir güzellik ile bizi şaşırtır. Bu güzelliklerden bana en hoş geleni ise şu anda göremediğimiz ama çok merak ettiğimiz bambaşka bir şeydir; bu bir renktir: Kraliyet Moru! Denizlerdeki murex isimli yumuşakların kabuklarından elde ettikleri bu boyanın ticaretini yaparak zengin olmuşlar. Antik kentlere siz de benim gibi meraklıysanız, size bir sır vereyim, Aperlai’ye giderseniz sahildeki kalıntıların arkasına bakın, orada bir zaman tüneli bulacaksınız ve M.Ö 5. yüzyıldan M.S 7. yüzyıla kadar bu kıyılarda olanlara tanıklık edeceksiniz!

İskeleye dönünce de tahta masalarda oturup Yörül Ramazan’ın odun fırınında köfte ve patates kızartması yiyerek, buz gibi biralarınızı bizimle yudumlayabilirsiniz.

 

Küçük bir köydü Üçağız
Henüz on iki yaşındayken ilk defa gördüğüm bakir, sahilin içinde Lykia mezarları ve hemen arkasında küçük bir köydü Üçağız. Şimdi ise iskelesi tur tekneleriyle silme dolu, sahilde lokantaları var. Mevsim sonbahar ortaları olduğundan nispeten sakin zaman. Buraya bağlanıp, köyü dolaşmak ve sonrasında her zaman gittiğimiz Hassan Restaurant’da rakımızı yudumlayıp ızgara sinarit yemenin tam sırası!

Sahilden bakıldığında karşımızdaki üç adanın arasından açık deniz göründüğü için bu ismi almış Üçağız, eski adı ise Theimussa. M.Ö 4. yüzyıla tarihlenen yazıtlar, yerleşim kalıntıları, kaya mezarları. Pırıl pırıl sular, nar ağaçları, çiçek bahçeleri… Birkaç ufak pansiyon, kafe. Antik şehrin doğu ucunda antik iskele… Saklı bir cennet daha, bizim güzel memleketimizde!

 

Kaleköy
Üçağız’dan deniz yolu ile antik Simena, şimdiki ismiyle Kaleköy’e kısa zamanda ulaşmak mümkün. Oradaki pansiyonlarda gecelemek de. Biz tekneci olduğumuzdan karada konaklamayı tercih etmiyoruz. Sabah saatlerine Kaleköy’e varıyoruz. Güneş ışığı gücünü göstermeden yamacı tırmanmaya, daracık sokaklardan, taş evlerin arasından kaleye doğru gezimize başlıyoruz.

Simena isminden ilk defa Pilinius tarafından M.S 1. yüzyılda bahsedilmiş ancak Lykia dilinde yazılmış kitabeler tarihinin M.Ö 4. yüzyıla uzandığını ve Aperlai şehri tarafından temsil edildiğini gösteriyor. Simena Kalesi’nin nefes kesen panoraması, her köşesinden fotoğraf çekme isteği uyandırıyor. Ortaçağda da kullanılmış bu kalenin içinde Lykia şehirlerinin en küçük tiyatrosu bulunuyor, 300 kişilik kapasitesi var. Keçi sütünden yapılmış nefis dondurmamızı yiyerek ve Helenistik, Roma, Bizans dönemlerinden geçerek sahile iniyor ve Lykia tipi lahitler arasında, bembeyaz yüzüyoruz. Biz Kaleköy’de olmaya hiçbir zaman doyamıyoruz. Bir kış buradaki pansiyondan birine gelip birkaç gün kalma niyetiyle teknemize dönüyoruz.

 

Kekova’nın koyları
Rota Kekova’nın eşsiz güzellikteki koyları. Depremlerle sular altında kalmış Kekova, eski adıyla Dolichiste antik kenti, Lykia’nın ticaret merkezi. Bu sularda, tarihin içinden geçmenin ruhta yarattığı tesiri anlatmaya kelimelerim hiçbir zaman yetmedi ve yetmez. Tarih ve doğa meraklılarının da ne demek istediğimi tarife gerek kalmadan anlatacaklarına eminim.
Kekova’nın en güzel koyu benim için Karalos Koyu’dur. Oldum olası küçük koyları severim. Kıvrıla kıvrıla içeriye doğru giren zümrüt, türkuvaz renklerinin içe içe geçtiği, billur gibi tertemiz denizi, gece olduğunda tüm ihtişamıyla parlayan gökkubbesinde altında bizi saran sarmalayan kekik rüzgârı ile Kekova’nın incisi!

 

Ben Kekova’ya geldiğim zaman burada daima kalmak isterim. Koyları dolaşır, içinde bulunduğum zamandan koparır kendimi ve Lykia şehirlerinde yelken yapa yapa, taş duvarlarla, lahitlerle, kalelerin burçlarıyla, yıldızlarla, bulutlarla, balıklarla hiç bilmediğim dillerde fısıldaşırım. Kekova’nın sıcak sarısı, lekesiz mavisi, akşamının serin meltemi olurum.

Kekova’daki bu mucize yolculuğa sizleri de beklerim!