Yağmur çiseliyor kente
Arthur Rimbaud

Nazım’ın, “Külahlı kuleler Pırağ şehrinde / Ağarınca akşamın üzerinde / Düşe giren dünyalar aydınlanır” diyerek anlattığı ve Kafka’nın, kuşunu aramaya çıkmış bir kafese benzettiği Prag’ı uzun senelerdir ziyaret etmek istiyordum.
Bir orta Avrupa şehrine ilk defa yazın gittim. Çocukluk İstanbul’umun yaz akşamlarının baygın, ballı ıhlamur kokulu sokaklarını hatırlatan Prag’da yürürken, güneş batmaya yüz tutup kuleler kızıla çalmaya başlamışken, kayık kiralayarak kürek çektim Vlatva Nehri’nde, peri padişahın kızının sarayını seyre daldım... Sokaklarda dolaşırken aldım yanıma şairleri, yazarları ve sanki hiç bitmeyecek bir rüyaya daldım.
Bu yazı Prag hakkında bir gezi yazısı değil. Şehir hakkında söylenecek elbette çok şey var ama ben bunun yerine şehir belleğinin bir ismini, görece az bilinen çok yetenekli, fotoğrafları beni derinden etkileyen Praglı bir fotoğrafçıyı tanıtmaya çalışacağım.

Prag’a gittiğimde henüz JOSEF SUDEK adına yabancıydım; onun gözlerinden bakamamıştım bu şehre; virgülde bitmeyen hüzün, noktada derin bir nefes...
Prag’dan ilham almış, aldığı ilhamı şehrin sabah sokaklarına, kış ışığına, penceresinden süzülen gözyaşına, Prag yazının son gülüne vermiş Sudek’i tanımak, anlamaya çalışmak, düşünmek, sonbaharı özleyip de fotoğraf karelerine sığınmak, oralarda uzun uzun kalmak, sihirli bir kaçış, kayboluş yeri.

Josef Sudek
Tarih 20. yüzyılı henüz göstermeden evvel Çekoslovakya’da doğan, badanacı babasını üç yaşında, bir kolunu ise 1915 senesinde, 1. Dünya Savaşı’nda cephede, yirmi yaşında kaybetmiş Josef Sudek. Savaş öncesinde mücellit olarak sürdürdüğü hayatına, savaş sırasında aldığı yaralardan dolayı üç sene çeşitli hastanelerde kaldığı sırada sıkıntıdan fotoğraf çekmeye başlayarak, fotoğrafçı olarak devam etmiş.
Prag’da 1922 senesinde girdiği Grafik Sanatlar Okulu’nda iki yıl fotoğrafçılık okuduktan sonra, 1924 senesinde, okulda tanıştığı arkadaşları ile Çek Fotoğrafçılar Topluluğu’nu kurmuş. Önceleri, dönemin, “resim gibi fotoğraflar” modasının da etkisiyle romantik ve dramatik yönü güçlü fotoğraflar çekmeye başlamış. Sanatında, içli, yalın, samimi ve dramatik üslubu onun en güçlü yönlerini oluşturmuş.


Prag, 1940

“Etrafımızdaki canlı veya cansız her şey, deli bir fotoğrafçının gözünden, çeşitli şekiller alıyor; pek çok ölü görünen cisim ışık sayesinde hayata geri dönüyor”, diyor Sudek.
Daha sonraları pek çok serisine hem tema hem mekân olacak, gün içinde ve mevsimlerle, ışığın değişimini yıllar boyu tutkuyla gözleyeceği, stüdyosunu 1927’de kurmuş.
Hem kendi iç dünyasını hem de dış dünya ile ilişkisini anlatan pek çok kare, “Stüdyomun Penceresinden” (1940-1954), “Bahçemde Yürüyüş” (1944-1953), “Stüdyomun Bahçesi” (1950-1970) bu stüdyodan çıkıp halem bizimle buluşmaya devam ediyor. Bu fotoğraflarda sihirli bir ışık, derin bir lirizim var.
Alman işgalindeki Prag’da, gece yürüyüşlerinde, karartma gecelerinde, ışığın varlığı ve yokluğunun peşinde dolaşarak, sabah sisinin içinde, buğulu pencerelerin arkasında, hüznün güzellikle birleşerek eridiği, rüya gibi Prag sahneleriyle, Sudek “Prag Şairi” olarak biliniyor.
Hayatı boyunca yalnız yaşamış, kendi sergilerinin açılışlarına gitmemiş; şan ve şöhret ile hiç ilgisi olmamış. Bir kolunu kaybetmiş olmasına rağmen, kullanması zor, taşıması ağır, büyük format makineler ile çalışmış.

Uzun seneler boyu, 1922-1944 arası çeşitli aralıklarla, bir sabah içini görüp, mimari bir yapı değil de sanki bir natürmort olarak algılayarak büyülendiği, yapımına 1344 senesinde başlanılan ve geçirdiği yangınlar, yıldırım çarpmaları, Barok ve Rönesans üsluplarından Gotik üsluba geçişler ile tamamlanması 1929 senesini bulan St. Vitus Katedrali’nin restorasyonunun da dâhil olduğu fotoğraflarını, kimi zaman bir fotoğraf için istediği ışığı aylarca bekleyerek çekmiş. Asistanları katedraldeki çalışmaları sırasında, isteği üzerine, etrafı kaplayan tozları havalandırmışlar, Mucha vitraylarından süzülen ışıkta dans eden o tozlar, fotoğraf olmuş... Katedraldeki çalışmalar bitip de kiliseyi temizlediklerinde, Sudek artık “orada fotoğraf çekmek istediği hiçbir şey bulamamış”.
Utangaçmış. Yaz günlerinin Salı akşamları arkadaşlarıyla Bach, Corelli, Janàček, Vivaldi dinlemediği zamanlarda, bahçesinde, odasında, sokaklarda yalnızmış. Işığı, karanlığı, banyo ettiği fotoğraflarının grenlerinde sevdiği, görmeyi ve göstermeyi seçtiği buğulu sahnelerde saklıymış... Fotoğraflarında yer verdiği az sayıda insan figürü de kendisi gibi gecelerde sessizce dolaşıp, loş karelerde derin derin susarlarmış...
Prag panoraması fotoğraflarında, kamerasıyla sevdalısı olduğu bu şehre kendi dünyasından bakarak, mistik; baharında, kışında yüreğe dokunan, armonisi ince ince kurulmuş şiirler yazmış. Kafka’ya kafes olmuş bu şehir, ucunu bucağını, her bir köşesini, mevsimini sevmekten asla sıkılmayacak, tutkulu bir kuş bulmaktan, çok da mutlu olmuş olmalı...
Siyah ve beyaz arasındaki renkleri, grinin ışıkla gümüş, karanlığın da yıldız ile yaldızlanmasını; penceredeki nemin içerideki çiçeği dünyadan soyutlamasını, su dolu bir bardaktaki ışık oyunlarını, mevsimin son gülünü, yağmurlu günlerde bulutlardan süzülerek gelen güneş ışığını seviyorsa yüreğiniz; siz de “Prag Şairi”ni seviyorsunuz demek, benim gibi.

“Yazın Son Gülü”

Josef Sudek’in “Yazın Son Gülü” fotoğrafı, bana başucu şiirim Behçet Necatigil’in “Solgun Bir Gül Oluyor Dokununca”sını hatırlatır:
“Kimi de gün ortası yanıma sokuluyor
En çok güz ayları ve yağmur yağınca
Alçalır ya bir bulut, o hüzün bulutunda.
Uzanıp alıyorum kimse olmuyor
Solgun bir gül oluyor dokununca.”

Işığın huzmesinin, şiirselliğinin, yaşadığı şehrin, mekânın büyülü dünyasını fotoğraflarıyla ölümsüzleştiren fotoğraf ustası Josef Sudek, lokalden evrensele ulaşan büyük sanatçılardan biri.
Yakın zamanda niyetim bu sefer Josef Sudek karelerinin peşinde Kafka’ya, Nazım’a ilham olmuş, Mozart’ın 1787 senesinde Don Giovanni’nin prömiyerini yaptığı sihirli şehre tekrar gitmek.
Aslına bakarsanız, ben Prag’ı, “şehrin şairi” Josef Sudek karelerinde yaşamaya devam ediyorum. Sizler de, Prag’ı görmüş ya da görmemiş olanlar, eminim bu sayfadaki karelere bakarken benim hislerimi paylaşacaksınız.

Prag’ı bir kere daha seveceksiniz…