Antik çağlardan 18. yüzyıla kadar deniz imgesi ürkütücüydü; Batı edebiyatında kıyı sınır, deniz bilinmezliğin başladığı noktaydı. Günümüzdeki doğa-sağlık denkleminin ve deniz turizminin temelleri, sanayi devriminin adresi Britanya’da atıldı. 18. yüzyılda Britanyalı doktorlar melankoli, raşitizm, cüzzam, histeri, tüberküloz, gut, iktidarsızlık gibi şikâyetlerin reçetesine “deniz” yazmaya başladı. Deniz tatili önce Britanyalı üst sınıf arasında moda oldu. 1800’lerin sonunda tren sayesinde yolculuk ucuzlayınca, alt sınıflar da tatil yapabilir hale gelmişti. Sağlıklı deniz tatili sanayileşmeyle yakından alakalıydı; çünkü şehirler kalabalıklaşmış ve kirlenmişti. Doğaya kaçış trendi 19. yüzyıl başında Normandiya, Güney Fransa, Kuzey Almanya, İskandinavya’ya; yüzyıl sonunda ise ABD’ye sıçradı. Bize geç geldi.
Mayo giydikleri için tutuklanan kadınlar, 1920
Mayoyla denize girip, plajda zaman geçirme kültürü yokken, bu eğlenceye “deniz banyosu” denirdi. Aslında onca kısıtlamayla tam eğlence sayılmazdı… Geçen yüzyılda Batının tersine, bizde denizle henüz barış imzalanmamıştı. Osmanlının son dönemlerinde, denize ne zaman girileceğini, deniz mevsiminde ne yiyip içileceğini doktorlar belirliyordu. Sahillerde oturmayanlar hemen denize atlamamalı, iki-üç gün beklemeliydi. Çocuklar altı yaşından önce denize sokulmamalı, yedi yaşına geldiklerinde önce evde banyo yaptırılıp tedricen soğuk suya alıştırılmalıydılar. Kırk beş yaşını aşanların denize girmeleri sakıncalıydı, girenlerin “basura duçar oldukları” görülmüştü. Riskli gruplarda olmayan 15-20 yaş aralığındaki gençler bile meseleyi abartmadan, suda 10-15 dakika falan kalmalıydılar.
1867’de İstanbul’da 34’ü erkeklere, 28’i kadınlara ait 62 deniz hamamı vardı. Haziranda uygun sahile tahta yığılır, denize kazıklar çakılır, deniz hamamları sezona hazır edilirdi. Tahtalar sonbaharda sökülür, gelecek yıl tekrar kullanılmak üzere istif edilirdi. Kadınlara ait kısım meraklı gözlere karşı dikkatle örtülürdü. Giriş ücreti 60 para, loca 100 para, lüks localar 5 kuruştu. Hamam bakıcıları Ermeni kadınlardı.
Erkekler donla veya don üstü peştamalla denize giriyordu. Değişim zaman aldı. Devlet adamları mayoyla fotoğraflar verdiler. Halkın zor alıştığı mayonun ilk adı “deniz donu” ya da “denize girmeye mahsus olan don” idi. Sonraları, bol ve altlı üstlü kapalı mayolar çıktı. Kadınlar baldırları örten, düz renkte elbisemsi giysiler giyerdi.
1875’te, İstanbul Şehremaneti nizamnamesinde hamamlarda üstü örtülü “suffe” denilen bir sofa ya da revak, kahvehane ve hela şartı koşuluyordu. Deniz hamamları her yerde açılamıyordu, ancak sefaret yazlıklarının çevresinde demirlemiş motorların mürettebatı Tarabya’da yasağı delerdi. Bugün konumuyla bize ilginç gelebilecek bir başka hamam Karaköy’deydi. Bunu, Selim Nüzhet Gerçek’in, köprünün Haliç tarafında, altları ızgaralı iki deniz hamamından bahsettiği anılarından öğreniyoruz.
Şehrin deniz hamamları
Anadolu yakasının ilk deniz hamamı, yoğun Levanten nüfusu olan Moda’da açıldı. İlk müşteriler Hıristiyan kadınlardı. Hamamın etrafında sandalla bekçiler dolaşırdı. Cankurtaran Agop Ağa tedbirsiz müşterilere mayo da kiralardı. Yüzme ve kürek yarışları, Kabotaj bayramı kutlamaları derken Moda, Anadolu yakasının su sporları merkezi olmuştu.
Büyükdere Beyaz Park plajının üç kademeli atlama kulesi
Büyükdere Beyaz Park hamamı 1926’da Rasim Kayra tarafından kurulmuştu. Bütün deniz hamamlarında olan haremlik-selamlık meselesi, Atatürk’ün müdahalesiyle ortadan kalkınca plaj dönüşümünün kapısı da açılmıştı. Hamamın yanındaki gazino ve Büyükdere Denizcilik Yüzme İhtisas Kulübünün tesisleri de zamanla Beyaz Park’la beraber yitip gitti.
Florya plajı, 1950'ler
Willy Sperco Yüzyılın Başında İstanbul isimli kitabında, Florya’yı şöyle anlatıyor: “Güzel Moskovalıların kendilerini gösterdikleri bu yerlere, ‘Cuir de Russie’nin (‘Rus Derisi’ anlamına gelen bir parfüm adı) sarhoş eden kokusunun cazibesine kapılan Türk ve yabancı erkekler akın akın gelmeye başladılar. Az sonra buralarda açık hava koltuk meyhaneleri ile banyo kabinlerine benzer tahta yapılar belirmeye başladı.” 1950’li yıllarda parlayan plaj, İstanbul Belediyesi yayını 1949 tarihli Cumhuriyet Devrinde İstanbul kitabında yer almış: “1948 yılının yalnız temmuz ayında, Sirkeci’den Florya’ya kesilen bilet sayısı 122.856’dır. Bu yekûna, ara istasyonlardan binenlerle otobüs, kamyon, otomobil ve araba yolcuları dâhil değildir...”
Salacak plajı, gazinonun altında, Kızkulesi’nin karşısındaydı. Plajın kumu taşımaydı.
Bir süre deniz hamamlarıyla plajlar bir arada yaşadı. Zamanla kaçgöçün ortadan kalkmasıyla plajlar altın dönemlerine adım attı. Florya’yı Büyükada Yörük Ali, Altınkum, Caddebostan, Fenerbahçe, Salacak, Suadiye, Süreyya, Tarabya izledi. Plaj hayatı yazın en büyük eğlencesi haline geldi. Beyaz ten “out”, bronzluk “in” idi.
İyot ve Ambre Solaire kokuları
1957 tarihli Hayat mecmuası yeni bir plaj müjdesi veriyordu: “Yaz başlangıcında İstanbul halkı denize girecek plaj bulamamak endişesinde iken, Bakırköy’de eski Baruthane sahasında tesis edilen modern plaj sitesi, Florya’daki diğer tesisle beraber halkın imdadına yetişti. (…) 250 metre uzunluğunda, 50 metre genişliğinde bir kum sahaya yapılan plaj 400 kabinesi ve 1.250 kilitli dolabı ile her gün on bin şehirlinin denize girmesini temin etmektedir.”
Emlak Kredi Bankası bölgeyi uydu kent yaparken tatil yapmaya gücü yetmeyen İstanbullular için plajın olduğu yerde bir kamp alanı kurmuştu. Ataköylülerin büyük rağbet gösterdiği kampta oyun alanları, yemekhane, plaj ve diskotek vardı.
Refik Halit Karay’ın aktardığına göre “Cadıbostanı” diye anılan semt Hamit devrinde, “Caddebostanı” olmuştu: “Cadıbostanı o derece değişmiştir ki, ismin başındaki ‘Cadı’ sabahlara kadar yollarda dolaşan yarı çıplak karaltı ve kafilelerden dolayı adeta ‘Cin’e tahavvül etmiştir; ‘Cin bostanı’ ele avuca sığmaz, denize dalar, ağaca fırlar, bisikletten kayığa, kayıktan kotraya atlar, pür hareket mahlûklar ülkesidir.” Karay’ın yarı çıplak mahlûklarının doldurduğu Caddebostan plajının sahibi Reşit Bey, kışları bile plajın içindeki evinde kalır, kız kardeşi Naciye Hanım kapıda bilet keserdi. Sıcak yaz günlerinde eğlenen insanların sesleri akşam kaybolur, yerini bitişikteki gazinodan gelen müzik sesi alırdı. Herkes birbirini tanır, yemek ikramları yapılır, aileleri dağıtan aşklar yaşanırdı. Naciye Hanım “Üzüm küfesi görülünce plaj mevsimi biter!” dediğinde sonbahar kapıda demekti. Reşit Beyin ölümünün ardından plaj kiraya verildi. Yol genişletilince plaja ait binalar yıkıldı, gazinonun çam ağaçlarıyla dolu bahçesi yok edildi.
Sanatçıların sevdiği plajlardan Tarabya’da 4-5 kişilik 85 kabin, 500 kişilik gardırop vardı. Pazar günleri ziyaretçi sayısı 1500’ü bulurdu.
Yaz akşamlarında denizden Suadiye tren istasyonuna doğru güneşten yanmış bir insan seli tarlalardan yorgun adımlarla gelir, istasyonu doldururdu. 1950’lerde yapılan 66 odalı otel, İstanbul dışından gelenleri de ağırlardı. Gazinosu, oteli, cazı, lokantası ile tesis, İstanbul’un eğlence hayatına damgasını vurmuştu. Plajın sahibi Mustafa Güler 1952 yılında vefat etti. 10 yıl sonra otel ve plaj satıldı.
Kadıköylülerin ismini çok iyi bildikleri Süreyya Paşa, Maltepe’de bir bostanı almış ve 1946’da meşhur plajı açmıştı. Deniz âşıkları için trenin yanı sıra Karaköy’den direkt motor, Kadıköy’den de otobüs seferleri yapılıyordu. Şimdi karada kalan Süreyya Plajının simgesi Bakireler Mabedini, Süreyya Paşa anılarında şöyle anlatıyordu: “Eski Yunan tarihinde, bir Bakireler Mabedi (Temple de Vierges) ve bu mabedi ziyaret ve tavaf eden genç ve gelinlik kızların çabuk koca buldukları efsanesi mevcut olduğu cümlece malumdur. Elyevm Avrupa parklarında ve sular kenarında ve sinema filmlerinde tesadüf edilmekte olan mabedin şekli hoşumuza gittiği cihetle, biz de sahilden elli-atmış metre uzakta ve deniz altında mevcut üç, dört büyük kaya parçası üzerinde plajımızın sembolü olmak üzere bu mabed şeklinde altı direk ve bir kubbeden bir deniz mabedi inşa ettik, plajımızı süsledik.”
Küçüksu plajı
Küçüksu Plajı 1940’lı yıllarda bir Beyaz Rus tarafından, kabinleri, duşları, gazinosu, barfiks ve trampleni ile birlikte inşa edildi. Üsküdar ve Beşiktaş’tan Kavaklara kadar bütün semtlerin ahalisinin kaynaştığı bir plajdı. Öğlen piknik sofraları açılır, mısır yenir, çingenelere fal baktırılırdı. Akşam yemeklerinden sonra, Hisar, Kanlıca ve Kandilli halkı Küçüksu Plaj Gazinosunda gecenin geç saatlerine kadar dans eder, eğlenirdi. Şafak sökerken Süleyman Erguner’in ney sesi duyulurdu. 1970’lerin ortasında çarpık yapılaşmadan etkilenen Küçüksu Deresi kirlenmeye başladı, aynı yıllarda plaj kabinleri yıkıldı.
Sait Faik’in ifadesiyle: “İstanbul’un her yokuşu denize iner. Bir yaz şehri olan İstanbul, kıştan kurtulur kurtulmaz deniz kenarları insanla, sandalla dolar.” İstanbul, plaja ayıracak parası olmayanlara karşı da her zaman cömerttir. Osman Cemal Kaygılı: “Kışın kuş uçmayan, kervan geçmeyen bu Kumkapı ve Yenikapı sahilleri yazın muazzam bir fıkara plâjı şeklini alır. Hele Kumkapı! İstanbul’un en uzak köşelerinden kalkan ne kadar çoluk çocuk, delikanlı varsa hep buraya dökülür,” der.
Şimdi plaja “beach” deniyor. Giriş pahalı, cümbür cemaat yaşanan saf keyfin yerini göbek, selülit, silikon, şıklık gibi başka kaygılar eşliğinde geçirilen bir zaman dilimi aldı; sanki yazın doğal neşesi gitti, eğlenmek hedefli çeşitli organizasyonlar geldi. Neyse ki “Fıkara” takımı ve eski Boğaz ahalisi hâlâ sıcaklarda kendini suya atmaya devam ediyor.
Beach, Bodrum
Kaynaklar:
https://www.academia.edu/36359783/Deniz_Hamam%C4%B1ndan_Plaja_Bir_Nostaljinin_%C3%96yk%C3%BCs%C3%BC_From_Sea_Baths_to_Beaches_A_Story_of_Nostalgia
http://aykiriakademi.com/ayrkiri-akademi-yasam/aykiri-akademi-yasam-kent-kulturu/eski-istanbul-plajlarinin-oykuleri
https://www.washingtonpost.com/news/wonk/wp/2016/07/03/the-weird-origins-of-going-to-the-beach/
https://birartibir.org/selam-olsun-bir-zamanlarin-hurriyet-diyarina/