Haber fotoğrafı: Yenisey’in iki yakasına serpiştirilmiş kurganlardan çıkarılan eserler, Minusinsk Müzesi
Türklerin anayurdu Güney Sibirya’ya yolculuğum Avrasya steplerinin kalbineydi. Burası tarih boyunca hem göçebe toplulukların hem de yerleşik uygarlıkların kavşak noktası olmuş. Altay ve Sayan Dağları çevresindeki bölge, sadece etnografik değil, genetik açıdan da insanlık tarihinin temel düğüm noktalarından... Bugün Rusya sınırları içinde kalan Tuva, Altay ve Hakasya gibi özerk bölgelerdeki kurganlar (gömü yeri), Tunç Çağı’ndan erken Orta Çağ’a dek uzanan çok geniş bir zaman dilimini kapsıyor.
Güney Sibirya yolculuğum, Krasnoyarsk’tan başladı. Bozkırın ortasında yükselen taş anıtlar ve durmaksızın akan Yenisey Irmağı, bana eski Türk efsanelerinin bir zamanlar göklere yazıldığını anlatıyordu. Sibirya denince ilk akla gelen, sonsuzluğa uzanan taygalar*, donmuş toprak ve nehirler ile izole edilmiş köyler olabilir. Ancak bu coğrafyada, insanlık tarihinin en eski ve en gizemli izlerinden bazıları saklı.
Yolumuz belli; Hakasya Cumhuriyeti’ne doğru ilerlerken önce Tuva’nın Minusinsk kentine uğruyoruz. Bu yerleşim yalnızca Rusya’nın değil, Avrasya bozkırlarının da en kadim hafıza merkezlerinden biri addediliyor. Bu küçük kentte yer alan Martyanov Minusinsk Bölge Müzesi, 1877 yılında kurulmuş olup Sibirya’nın en eski yerel tarih müzesi niteliğinde. Ancak bu müzenin gerçek hazine sandığı, Yenisey Vadisi’ne yayılmış binlerce yıllık kurganlarla dolu.

KURGAN
“Kurgan” demişken… Türkçe, Moğolca ve Rusçada ortak olarak kullanılan bu sözcük “mezar höyüğü” anlamına geliyor. Bu höyükler genellikle savaşçıların, şamanların ya da soyluların gömüldüğü yerler. İçlerinde değerli eşyalar, silahlar, at iskeletleri ve hatta bazen kurban edilmiş insanlar bulunuyor. Kurganlar, yalnızca ölüm ritüellerinin değil, aynı zamanda toplumsal yapının, inanç sistemlerinin ve maddi kültürün birer aynası şeklindeler.
Kurganlar, göçebe toplulukların ölüm sonrası hayata dair inançlarını da ortaya koyuyor. Örneğin, atın mezara dahil edilmesi, ölen kişinin öte dünyada da yolculuk yapacağına inanıldığına işaret ediyor. Ahşap odalar içinde gömülen cesetler, bazen altın takılarla, bazen demirden yapılmış silahlarla kuşatılırmış. Gömü alanlarının etrafında balballar (dikili taş heykeller) ve güneş motifleri görülüyor. Bazı kurganlar, astronomik düzenlemelere göre yerleştirilmişti. Bu da göçebe kültürlerin yalnızca savaşçı değil, aynı zamanda gökyüzünü okuyabilen, zamana hükmeden topluluklar olduğunu gösteriyor.

Martyanov Minusinsk Bölge Müzesi
Minusinsk’teki Martyanov Müzesi’nin kurucusu olan Nikolay Martyanov (1844-1904), yalnızca bir doğa bilimci ve koleksiyoncu değil, aynı zamanda bölgenin kültürel varlıklarını korumayı amaçlayan bir öncüydü. Müze bugün, arkeoloji, etnografya ve doğal tarih alanlarında 300.000’den fazla objeye ev sahipliği yapıyor. Ancak koleksiyonun en büyüleyici parçaları, Yenisey’in iki yakasına serpiştirilmiş kurganlardan çıkarılan eserler… Yenisey Vadisi’ndeki kurganlar yalnızca mezarlar değil; doğa, ölüm ve gökyüzü arasında kurulmuş ritüel kapıları… Minusinsk Müzesi, bu kadim ekolojik hafızayı koruma misyonuyla, hem bir arkeoloji merkezi, hem de bir doğa kültürü bellek alanı işlevi görmekte.
Müzelerde sergilenenler Milat’tan binlerce yıl öncelerine tarihlenen ata mirasları, adeta kayıp uygarlıkların sesi... Gömütlerde çıkarılan maskeler, balballar, tunç aynalar, geyik başı motifli kemer tokaları ve hayvan üslubunda dövme silahlar, göçebe-Sibirya estetiğinin güçlü örneklerinden. Çok güvenlikli bir kasa odasında muhafaza edilen, M.Ö. 8. yüzyıl ile M.S. 3. yüzyıl arasında Avrupa’nın doğusu ile Orta Asya’da yaşamış, Tuva ve Altay-Sayan kökenli, heterojen göçebe halk olan İskitlerden (veya yayıldıkları doğu bölgelerindeki isimleri ile Sakalar) zamanımıza ulaşan buluntular, özellikle ince altın işçilikleri ziyaretçilerini hayretler içinde bırakıyor.

Suzan Nana Tarablus
Kurgan kazılarında ortaya çıkan buluntular arasında kadın şaman figürleri, ölülerin yanına konulmuş küçük ahşap atlar, kurban edilmiş hayvan kemikleri ve gökyüzü ile yer altı arasında geçişi simgeleyen objeler var. Tüm bunlar, Sibirya’nın eski toplumlarının ölüm ve yeniden doğuşa dair güçlü mitolojik simgelerini yansıtıyor.
Tuva’dan Hakasya’ya geçerken Batı Sayanlar’ı aşıyoruz. Dağlar hem coğrafi hem kültürel bir eşik gibi. Orman örtüsünün koyulaştığı, çam ağaçlarının sisle göğe karıştığı bu geçitler, yalnızca yolları değil, ruhumu da dönüştürüyor. Yol boyu rastladığım ahşap kulübeler, geleneksel töreyle dizilmiş “ova”lar (kutsal taş yığınları veya stupalar), yoldan geçen her aracın bir an durup dua ettiği, adaklar bıraktığı yerler…
Hakasya Cumhuriyeti’nin başkenti Abakan
Bir müze deneyimi daha yaşadığım Hakasya Cumhuriyeti başkenti Abakan’a vardığımda, zaman yavaşlamış gibiydi. Sovyet mimarisinin donuk bloklarıyla çevrelenmiş bu küçük başkentte, aslında toprağın altı konuşkandı. Kentin hemen dışında, bozkırların ortasında “taş babalar” karşılıyor yolcuyu. Kimisi savaşçı, kimisi şaman; gözleri uzaklara bakan bu taş heykellerin her biri, birer öykü anlatıyor. Ve burada, rüzgâr farklı esiyor, geçmişin soluğu adeta her taşın arasından sesleniyor. Güney Sibirya’nın kurganları sadece arkeolojik kalıntılar değil, aynı zamanda kadim bir medeniyetler zincirinin sessiz tanıkları... Hakaslar hâlâ eski geleneklerini yaşatıyor. Şaman davulları, terennüm edilen ezgiler ve Tanrı Dağları’ndan gelen inanç kalıntıları… Bunların hepsi, modern hayatla iç içe ama bir o kadar da ayrı bir evrende yaşar gibiler.
Bugün Tuvalar, Hakaslar ve Altay bölgesinde yaşayan Türk kökenli topluluklar, atalarından kalma bu mirasa hem saygı hem de merakla yaklaşmakta. Kurganlara dair şaman ritüelleri kimi zaman hâlâ canlılığını sürdürüyor. Arkeolojik kazılar ise yalnızca akademik çevrelerde değil, yerel halkın da katılımıyla kültürel bir yeniden doğuşa dönüşmekte. Kurganlar, bozkırın çıplak yüzeyinde yükselen sessiz tümsekler olarak duruyor. Ancak her biri, yüzyıllar boyunca at sırtında gezmiş göçebe halkların, kayıp uygarlıkların ve evrensel insanlık hikâyesinin bir parçası. Güney Sibirya’nın kurganları, geçmişle günümüz arasında kurulan bir köprü, taşlara kazınmış bir bellek.
Bazı çağdaş sanatçılar, müzisyenler ve yazarlar bu geçmişten ilhamla modern eserler üretmekte; kurganlar sadece ölülerin değil, yaşayan kültürlerin de ilham kaynağını oluşturuyor. … Ve kanımca bu topraklar bize tarihin yalnızca yazılan değil, gömülen ve yeniden keşfedilen bir şey olduğunu kanıtlıyor…
* Tayga Yakutça “orman” sözcüğünden gelir. Bu sözcük Ruslar tarafından kuzey yarımkürede, özellikle Sibirya’da tundranın bittiği yerlerde başlayan soğuk, bataklık ve ormanlık bölgeleri tanımlamak için Altay dili Şor lehçesindeki tayγa kökenli taĭgá terimi kullanılmıştır. Taygalar, Türk tarihi için sadece bir orman değildir. Tarihin her döneminde Türk kökenli halklara yurtluk yapmıştır; günümüzde de bu durum devam etmektedir.






