Haber fotoğrafı: Ezio Bosso (13 Eylül 1971 - 14 Mayıs 2020)
Herkesin kendine has uğurları vardır. Ben de en az 40 yıldır, her yılın sonunda yeni yıl ajandamı elime aldığımda “totem yapıyorum”. İlkokuldan beri meraklı olduğum ve defterler dolusu topladığım güzel sözlerden o yıl için kendi ruhuma uygun olanlarından birkaç tanesini seçiyor ve onları ajandamın başındaki boş sayfalara ya da beni ilgilendirmeyen bilgilerin bulunduğu sayfalardaki yazıların üstüne yazıyorum.
2008 yılından beri, 17 yıldır, bir dize var ki, onu her yıl yazmaktan kendimi alıkoyamıyorum.
“Yok öyle umutları yitirip karanlıkta savrulmak
Unutma, aynı gökyüzü altında bir direniştir yaşamak…”
Nazım Hikmet’e ait olduğu iddia edilen ancak şairinin kim olduğu kesin olarak bilinmeyen bu iki dize, yaşamın karşıma çıkardığı zorluklara karşı koyabilmem için cesaret ve güç veriyor bana. Ben okuyarak direnenlerdenim, direnme gücümü okumalarda, kelimelerde bulanlardanım.

Hepimiz birer direnişçiyiz aslında
Hepimiz birer direnişçiyiz aslında. Yaşamın ‘c’est la vie’ gibi kısacık bir cümlede özetlenen sayısız zorluklarına direnme gücünü bir yerde bulur, direnir ve nefes almaya devam ederiz. Ama bazı direnişçiler vardır, onlar olağanüstüdür, insanüstü güçleri vardır.
2016 yılında Sanremo Festivali’ni seyrederken ilk kez ekranda gördüğüm o müzisyen, işte o olağanüstü direnişçilerden biriydi! Sahneye tekerlekli sandalyeyle getirilmiş, piyanoya yaklaştırılırken ellerini kollarını alışılmadık bir şekilde sert, çabuk ve devamlı hareket ettirerek “Ciao” demişti gülümseyerek, merhaba… İstemsiz el hareketlerini durdurmaya çalışır gibiydi, büyük bir zorlukla konuşuyordu.

Yaşamın hem kırılganlığı hem de gücü onda vücut bulmuştu adeta. Heyecanı geçtikçe ancak anlaşılır olmaya başlamıştı söyledikleri. “Biz insanlar güzel şeyleri doğal kabul ediyoruz, kıymetini bilmiyoruz” diyordu. “Müzik hayatımızı değiştirir ve bizi kurtarır, müzik en büyük terapidir.” Müzik belli ki onu hayata bağlayan sağlam bir halattı, kendi deyimiyle “bir servet”ti. “Müzik insanlar arası tüm farklılıkları yok eder, herkesi eşit kılar, çünkü müzik, herkesin anlayabileceği bir dildir ve bize var olan en önemli şeyi öğretir: dinlemeyi.” “Dinlemek, sevmektir. Müziği dinlemek, bir başkasını anlamaya çalışmaktır.”
Belli ki söyleyeceği çok şey vardı. Heyecanla hızlı hızlı konuşuyordu. “Müzik paylaşmaktır.” “Müzik sözlerle ifade edilemeyeni ifade edebilme şeklimizdir.” O konuşuyor, orkestranın kemancılarından Chiara Antonutti göz yaşlarını tutamıyordu. Daha sonra tüm bedensel zorluklarına rağmen gülümsemesi ile herkesi derinden etkileyen bu müzisyen için, “O, müthiş bir insan, bir yusufçuk, içinde bulunduğu durumu unutabilen, karşısındakine de unutturabilen biri” diyecekti.
Ezio Bosso - Sergej Krylov
Ekranın karşısında koltuğumda oturmuş, yakalandığı hastalığı nedeniyle titreyen parmaklarının seslendirdiği “Following a Bird”ü -başka bir yazıda anlatılması gereken son CD’si “12. Oda”nın giriş parçası- dinlerken, “bir kuşun peşinden” ben de notalarda uçuyor ve kayboluyordum. Bu olağanüstü insanın önünde eğiliyor, şapka çıkartıyor, onun büyüklüğü karşısında küçülüyor, küçülüyordum.
Tüm dinleyiciler kendilerini benim gibi hissetmiş olmalı ki, salonda sessiz oturuyor, dinliyor, ve eser sona erdiğinde hep beraber ayağa kalkıp hastalığını gizlemeyen, yaşamın onu kırılganlaştırmasından hiç gocunmayan, gücünü müzikte bulmuş bu İNSAN’ı dakikalarca ayakta alkışlıyordu. Sahne ışıkları onu değil, o herkesi aydınlatıyordu.

Daha okuma yazma bilmeden müzik partisyonlarını okumayı öğrenmişti
Tramvay biletçisi bir baba ile Fiat fabrikasında işçi bir annenin çocuğu olarak 1971 yılında Torino’da dünyaya gelmişti. Maddi durumu pek parlak olmayan, ama kitap satın alabilmek ve okuyabilmek için zaman zaman borç para alan bir ailenin küçük oğluydu. Henüz dört yaşındayken müziğe ilgi duymaya başlamış, evdeki flütte notaları keşfetmiş, beş yaşında ise ailenin özel derse harcayacak parası olmadığından, emekli bir piyano öğretmeni olan çok yaşlı bir büyük teyze ile çalışmalara başlaması uygun görülmüştü. Şanslıydı, çocukların kendi meraklarının peşine düşmesine müsaade edilen bir ailenin çocuğuydu. Önce solfej öğrenmesi gerektiği konusunda ısrar eden bu büyük teyzeyi, hemen piyano çalmasına izin vermediği için pek sevememiş, ama kısa zamanda müziğin yapı taşı solfeji kavramış, daha okuma yazma bilmeden müzik partisyonlarını okumayı öğrenmişti. İlk enstrümanı fagot olsa da birkaç ay sonra astım hastalığı nedeniyle fagot yerini kontrbasa bırakmıştı. Klasik müziğe ilgi duymaya başlayınca Torino Konservatuarı’nda eğitim almaya başlamış, ancak öğretmeni onu derslerde çok sert eleştirdiği, hatta iş zaman zaman zorbalığa vardığı için bu eğitimden soğumaya başlamıştı. Yine o derslerden birinde “4’33” adlı, müzisyenlerin hiçbir şey çalmadığı dört dakika otuz üç saniyelik sessizlik eseriyle tanınmış besteci John Cage odaya girmiş ve 11 yaşındaki bu çocukta özel yetenekler gördüğünü söyleyerek, onun enstrümanına tekrar dört elle sarılmasını sağlamıştı. 14 yaşında “Statuto” adlı grubun basçısı olmuş, 16 yaşındayken solist olarak ilk klasik müzik konserini Fransa’nın Lyon şehrinde vermişti. ‘Le Progrès’ bu konser sonrasında onun sahnede elleriyle değil, gözleriyle iletişim kurduğunu yazacak, kendi ise deneyimini şu sözlerle betimleyecekti: “O sahneye çıktığımda orkestranın bir bütün olarak nefes aldığını hissetmiştim. Lyon, benim için ilk nefesti.”

Dünya çapında tanınan bir konser sanatçısı
Bundan sonrası çorap söküğü gibi gelecekti. Viyana Müzik Akademisi’nde kompozisyon ve orkestra şefliği eğitimi alacak, Viyana ve Londra arasında mekik dokuyacak, dünyanın en tanınmış sahnelerinde kâh piyanist, kâh kontrbasçı, kâh orkestra şefi olarak konserler verecekti. Avrupa, Meksika, Kolombiya, Avustralya, Peru, ABD, Japonya ve İsrail’de birçok turne gerçekleştirecek, dünya çapında tanınan bir konser sanatçısı olacaktı.
1989’da ilk film müziğini bestelemiş, ardından birçok film ve sessiz film için özgün müzikler yaratmıştı. Üretkenliği dur durak tanımıyordu. Bir yandan tiyatro ve dans gösterileri için de besteler yaparken diğer yandan sayısız senfonik eser, oda müziği eseri, opera, konçerto, tek enstrüman için eserler yaratıyordu. “Müziği besteleyen kişi, onu bir başkasına bırakmak için besteler” diyordu, “Biri besteler, sonra o notalar onu seslendirecek kişinin eline geçer, sonra dinleyicilerin, sonra başka bir müzisyenin, başka dinleyicilerin…” “Ben kendi bestemi her seferinde başka biri gibi çalarım, çünkü besteleyen ben ve çalan ben farklı duygulardadır.” Sahneye çıkıyor, piyano konserleri veriyor, orkestra şefliği yapıyordu. “Müzik”, diyordu “yaşam gibidir. Tek bir şekilde anlam kazanır: birlikte.”
Japonya’daki Miyazaki Üniversitesi’nde kontrbas ustalık sınıflarında ders vermesinin yanı sıra, Paris’teki Iannis Xenakis Enstitüsü’nde uzmanlık düzeyinde kontrbas dersleri ve sahne için müziğin kullanımı konusunda araştırma yapan laboratuvarlarda eğitim vermekteydi.

Karanlık bir hikâyenin içine düşüş…
Ama yaşam tüm acımasızlığı ile onu 2001 yılında durdurmaya çalışacaktı. Bir beyin tümörü ameliyatı sonrası hastanede özel bir odada kendi sözleriyle, “karanlık bir hikâyenin” içine düşmüştü. Konuşma ve hareket merkezi etkilenmişti. Kelimeleri hatırlamıyor, cümle kuramıyor, ve konuşma kaslarını koordine edemiyordu. Notalar da yok olmuştu! Hiçbir şey hatırlamıyordu. “Uyandığımda söylemek istediklerim vardı ama kelimelerim yoktu. O anda anlamıştım, sessizlik de bir dildi” diyecekti yıllar sonra o günlerini anımsadığında.
Konuşma yetisini yeniden kazanabilmesi, dil kaslarını yeniden çalıştırabilmesine bağlıydı. Aylar süren yoğun konuşma terapisinde yapması gereken ritmik egzersizler için müziği bir araç olarak kullanacak, her şeyi baştan öğrenecekti. Yürümeyi, hareket etmeyi, ellerini kullanmayı, kelimeleri, konuşmayı, notaları, müziği, hatta gülümsemeyi… Ama o bu süreci, “yeniden öğrenebilme”, “karanlıkta ışığa çıkma” mucizesi olarak görecek ve kendini birçok konuda baştan ve eskisinden daha derin bir şekilde eğitecekti.
Ameliyatından birkaç yıl sonra yaşam ona bir kez daha acımasız davranacaktı. Motor sinir sistemini etkileyen, tedavi edilemez dejeneratif nörolojik bir hastalık, onu zaman içinde durdurmaya çalışacak ve hareket etmesini engelleyecekti. Ama ona göre “hastalık asla bir kısıtlama değil, sadece bir durum”du. Piyano çalarken hastalığı parmaklarını zaman zaman etkilemeye başladığında, “Mükemmel değil, gerçek olmak gerekli” diyecek ve o anları “müzikal bir anın gerçekliği” olarak nitelendirecekti.
“Yön değiştirin ama asla ilerlemekten vaz geçmeyin!”
Artık konserlerinde daha çok konuşuyor, daha az çalıyordu. Dinleyicisine yaşam ne kadar çetin olsa da asla yaşamaktan, yaratmaktan geri durmamak gerektiğini heyecanla anlatıyordu. “Asla müziğinizi durdurmayın!” “Yön değiştirin ama asla ilerlemekten vaz geçmeyin!” diyordu.
2019 yılında artık piyano çalamıyordu. Daha önce söylediği gibi kendi bir enstrüman çalamadığı için başkaları aracılığıyla müzik yapmaya başladı. Bestelemeye devam ederek, orkestra şefliği yaparak yaşama tutundu. Her nefesini müzikal bir iletişim aracı olarak kullandı. “Orkestra ideal toplumun bir modelidir. Her müzisyen diğer müzisyeni dinlemelidir. Ben orkestrayı idare etmiyorum, her bir orkestra üyesini dinliyor ve onlara göre bir müziğin ortaya çıkmasına çalışıyorum.”
2020 yılının ilk aylarında vücudu artık hiçbir dürtüye tepki vermemeye başladığında o, zihninde ve ruhunda müzik yapmaya devam ediyordu. Yaşamını bir müzik festivaline çevirmiş, müzikle direnmişti.
14 Mayıs 2020’de direnişi sona erdi. 48 yaşındaydı. Onu dinleyen, tanıyan, tanımaya çalışan herkesin yaşamına dokunmuştu.
Adı EZIO BOSSO’ ydu!
2017 yılından beri her yıl ajandamın başına, şairinin kim olduğu kesin olarak bilinmeyen iki dizenin altına artık onun adını yazıyorum; umut, cesaret ve direnişin simgesi bu olağanüstü insanın adını…
“Yok öyle umutları yitirip karanlıkta savrulmak
Unutma, aynı gökyüzü altında bir direniştir yaşamak…”
“Ezio Bosso”






