Aklın uykusu mu yoksa aklın hayalleri mi daha çok canavar doğurur?
“Sevgili Oskar,
(…) Sanırım insan yalnız kendini derinden etkileyen, yaralayan, sarsan kitaplar okumalı. Okuduğumuz bir kitap, kafamıza inen bir yumruk gibi bizi sarsmıyorsa, neden okuyalım ki? Senin de yazdığın gibi sırf mutlu olmak için mi? Tanrı aşkına Oskar, mutlu olmak için kitaplara ihtiyacımız yok. Kitaplar olmadan da mutlu olabiliriz. Hatta gerekirse bizi mutlu eden kitapları kendimiz bile yazabiliriz.
Ama bizim gerçekten ihtiyacımız olan kitaplar; bir felaket gibi içimizi yakan, bir dostun ölümü gibi yüreğimizi dağlayan, bizi insanlardan koparıp ıssız ormanlara atan, bir intiharın soğuk duygusunu yaşatan kitaplar olmalı. Bir kitap, içimizdeki buz tutmuş denizi kıracak bir balta olmalı. (…)”
Franz Kafka’nın liseden sınıf arkadaşı, sanat tarihçisi Oskar Pollak’a 27 Ocak 1904 Çarşamba günü yazdığı bu mektubu ilk kez okuduğumda lisedeydim.
“Bir kitap, içimizdeki buz tutmuş denizi kıracak bir balta olmalı.”
Genç yaşımda bu metaforu tam olarak anlamamış olabilirim ama o günden sonra okumak üzere elime aldığım her kitap için aynı sorunun yanıtını aradığımı biliyorum: “Acaba bu kitap, ‘benim içimdeki buz tutmuş denizi kıran bir balta’ olacak mı?”
Yıllar geçtikçe sadece edebiyatın, kitaplardaki sözlerin, büyülü anlatımların değil, başka sanat dallarında yaratılmış eserlerin kimilerinin de ‘içimdeki buz tutmuş denizi kıran bir balta’ olabileceğini anlayacaktım.
İspanyol ressam Francisco de Goya’nın 1799 yılında aquatint ve oyma baskı tekniğiyle yarattığı 80 baskılık “Los Caprichos” serisinin kırk üçüncüsü bunlardan biriydi...
“Los Caprichos” serisisinin kırk üçüncüsü (Prado Müzesi)
Madrid’de Prado Müzesini gezdiğimde Goya’nın “Los Caprichos” serisi pek dikkatimi çekmemiş, öylesine bakıp geçmiştim birkaç tanesine.
Müze çıkışı dinlenmek, bir kahve içmek ve müze dükkânından satın aldığım sergi katalogunun sayfalarını çevirerek keyif yapmak için bir Cafe’ye oturduğumda katalogdaki “Los Caprichos”un kırk üçüncüsünün büyütülmüş resminde bir yudum kahve almak için durmuştum.
Baskının sol alt köşesine Goya bir şeyler yazmıştı: “El sueño de la razón produce monstruos” (Aklın Uykusu Canavarlar Doğurur)…
Aydınlanma döneminin sloganı gibiydi! Immanuel Kant “‘Aydınlanma nedir?’ sorusunun Cevaplanması” başlıklı yazısında ne diyordu? Aydınlanma, insanın başkalarının rehberliğine ihtiyaç duymadan, kendi aklını ve mantığını kullanarak düşünme, karar verme ve eyleme geçme cesareti göstermesidir!
Immanuel Kant
Goya da aslında aynı şeyi söylemiyor muydu? Eğer akıl uyursa canavarlar doğardı, elbette! Aklın yitirildiği bir dünyada sadece felaketler oluşurdu.
Goya’nın bu baskıya neden bu ismi verdiğini anlamak için katalogdaki resme daha dikkatlice bakmıştım. Baskının orta yerinde masa başında oturan bir adam vardı, başını kollarının üstüne yaslamış, üst gövdesi masanın üstüne kapaklanmış uyuyordu. Yüzü görünmüyordu. Uyuyan adamın etrafında uçan, karanlıkla özdeşleşen baykuşlar, yarasalar, yerde de oturan bir vaşak ya da kedi vardı.
Goya tam olarak ne demek istemişti?
‘Sueño’ hem uyku hem de rüya, hayal demekti…
Akıl uyursa mı canavarlar doğardı yoksa aklın hayali mi canavarlar doğururdu?
Akıl uyuduğunda, devre dışı kaldığında, hurafelerin, cehaletin hüküm süreceği ve sürüleşmenin başlayacağı inkâr edilemezdi. Ne diyordu Kant? Aydınlanamamanın sebebi tembellik ve hep kolayı seçmeyi tercih etmekti. Aklını kullanmak, her söyleneni, her görüleni, her okunanı aklın süzgecinden geçirmek, elbette zor olanıydı. Hiçbir şeyi sorgulamadan başkalarının fikirlerinin peşine takılmak en kolayıydı!
Francisco de Goya
Goya’nın kırk üçüncü Capricho’su sanki günümüz insanını uyarır gibiydi...
Aklımız uyuyordu gerçekten. Ekranı açıp aklımızı kapatıyor, sorgulamadan inanıyor, hiç düşünmeden “beğen” tuşuna basıyor, sosyal medyada yayılan yalanların tuzağına düşüyor, günümüzü “TikTok”ları, “Instagram”ları kaydırarak geçiriyor, her konuda ortaya çıkan “influencer”ların fikirlerini kendi fikirlerimiz haline getiriyor, giderek daha cahil oluyorduk. İşin kolayı aklın uyumasıydı! Ve akıl uyuyunca canavarlar yaratılıyordu!
Eleştirel düşünmeyi bırakmış, birey olmaktansa bir kümenin içinde kaybolmayı tercih etmiştik. Her tür otoritenin sözünü sorgulamadan kabul ediyor, medyalarda önümüze çıkan her şeyi doğru kabul ediyorduk. Sanki hiç aklımız yokmuş gibi! Oysa aydınlanma bir süreçti, aydın insan aydınlanmış insan değil, devamlı aydın olabilmek için çaba gösteren insandı. Aklı devamlı uyanık olmalıydı!
Ama aklın hayalleri de canavarlar doğurmuyor muydu?
Günümüzde “rüya”, “hayal” olarak anlatılan ne varsa aslında canavarlar doğurmamış mıydı? İnsana hükmetme, doğaya hükmetme, evrene hükmetme, en güçlü yaratık olma, Tanrılaşma hayali… Her şeyi bilme, her şeye kadir olma, ölümsüzleşme, özgürlük, yeni bir düzen rüyası… Yeni yaratılacak canavarlarla insanoğlu kendi kararlarını kendi veremeyen, kendini teknolojiye teslim eden, her söylenene inanan, sorgulamayan bir köleye, hükmedilen insansı bir varlığa dönüştürülecek ve bu hayaller gerçekleşecekti.
Goya’nın kırk üçüncü baskısındaki masanın üstündeki belge, çizim ve yazı gereçleri, uyuyan adamın eğitimli biri olduğunu ve bir şeyler yarattığını, uyuyarak da bu yarattıklarının rüyasını gördüğünü anlatıyordu. Makyavelist bir dünyaydı rüyası, hükmetmek için her yol mübahtı… Ve tüm bu rüyalar canavarlar doğurarak gerçekleştirilebilirdi.
Yapay zekâ, robotik ve otomasyonla üretim ve yönetim süreçleri kontrol altına alınabilir, internet ve iletişim teknolojileriyle bilgi akışı küresel ölçekte denetlenebilir, genetik mühendislik ve biyoteknolojiyle canlıların özelliklerini değiştirilebilir, askeri teknolojilerle dünya siyaseti etkilenebilir, siber güvenlik ve bilgi savaşları ile modern çağın yeni kontrol yöntemleri icat edilebilir, medya, sosyal medya, komplo teorileri, fanatizm ve popüler kültür aracılığıyla kitlelerin düşünce biçimleri arzulanan şekilde yönlendirilebilirdi.
Aklın hayali sayısız canavar doğurabilirdi. Öyle de olmuştu...
Yeni bir “kaydır seyret” dünyası yaratılmış, insanoğlunun düşünce dünyası arzulanan belirli bir çerçevenin içine hapsedilmişti.
İspanyol ressam Francisco de Goya’nın 1799 yılında aquatint ve oyma baskı tekniğiyle yarattığı 80 baskılık “Los Caprichos” serisinin kırk üçüncüsü sadece o günün toplumunu eleştirmiyor, XXI. yüzyılın insanını da uyarıyordu. Dehşet verici kehaneti, sadece geçmişin hatalarına değil, geleceğin aşırılıklarına da bir uyarıydı aslında.
Ve belki Goya bugün yaşasaydı, baskısında yarasaları, baykuşları değil, yüzüne ışık vuran selfie kameralarını, zihinleri kemiren algoritmaları, kayan ekranları resmederdi.
Ve belki şu soruları sorardı:
“Canavarın sana doğru yaklaştığını anlamayacak kadar derin mi uyuyor aklın?”
“Sana ‘özgürsün’ derken seni sürüye katıyorlar ve sana hükmediyorlar, onların hayallerinin gerçekleşmesine alet oluyorsun, farkında mısın?”
Kahvem soğumuş, acılaşmıştı. Fincanı kasanın yanına öylece bırakıp Cafe’nin dar kapısından çıkmış, kendimi dışarı atmıştım. Goya’nın kırk üçüncü baskısı içimdeki buz tutmuş denizi kıran bir balta olmuştu.