Ramazan Bayramı, İslam dünyasının en önemli iki bayramından biridir. Her semavi dinde olduğu gibi İslam inancında da oruç geleneği vardır.
Müslümanlar arasında hicri takvimde Recep, Şaban ve Ramazan ayları “kutsal aylar” olarak bilinir. Bu aylardan Ramazan, aynı zamanda oruç ayıdır.
Doğup büyüdüğüm muhit olan Fatih-Aksaray semti, İstanbul’da Ramazan ayının kendini açık biçimde hissettirdiği bölgelerdendir. Bu civar, eskiden paşa ve ulema konaklarının yer aldığı bir bölgedir. Süleymaniye, Şehzade, Bayezid ve Fatih gibi camilere olan yakınlığı, ulema sınıfına mensup pek çok insanın burada toplanmasına yol açmıştır.
Çocukluğuma denk gelen 1970’lerin sonu, 80’lerin başında Ramazan ayı geldiğinde, hemen tüm lokantaların kapandığını hatırlarım. Hatta lokantacıların bir kısmı bu uzun zaman diliminde, mevsim de müsaitse memleketlerine giderlerdi. Fırınlar ve kahvehaneler de iftara birkaç saat kalıncaya kadar kapalı kalır ya da derin bir sessizliğe bürünürdü. Açıktan açığa yemek yendiğini ya da içecek tüketildiğini pek hatırlamıyorum. Hatta annelerimiz biz çocuklara dahi ulu orta yiyip içmememiz konusunda sıkı tembihte bulunurlardı.
Biz çocuklar da 10-12 yaşlarından itibaren bu atmosferin etkisine girer, en azından birkaç gün olsun oruç tutmaya çabalardık. Çoğu zaman sonunu getirmek mümkün olmazdı. Bir keresinde, kadayıf tatlısını çok sevdiğim için bir poşetin içine annemden gizli gizli iftarda yemek üzere büyücek bir kadayıf parçasını boca ettiğimi hatırlıyorum. İftara eve yetişemediğimi, yolda bir parka girerek ezanın okunması ile o koskoca kadayıfı mideme indirip üzerine litrelerce su içtiğimi ve akabinde de günlerce karın ağrısı çektiğimi bilirim. Belki, “oburluğunun cezası, oh olsun” diyeceksiniz ama eski zamanın Ramazan sofralarında da durumun pek farklı olmadığını, zaman içinde okuduklarımdan öğrendim.
Eski Ramazanlar
Eski Ramazanlarda görece imkânı olan aileler evvela kahvaltılıklarla oruçlarını açarlardı. Çeşit çeşit reçeller, peynirler, zeytinler, yumurtanın türlü halleri masaya getirilir, bundan sonra birkaç çeşit çorba içilir, akabinde de et, börek, sebze, pilav ve tatlı yenirdi. Normal şartlarda bir perhiz ayı olması gereken Ramazan, esasen tam aksine bir harcama devresi teşkil ederdi. Bu ay içinde İnanan Müslümanlar, güçleri yettiğince en iyi yiyecekleri temin etmeye ve elverdiğince mükellef sofralar kurmaya çalışırlardı. Haliyle bu durumda fiyatlar da alıp başını giderdi. Eski devirlerin İstanbul’unda şekercilerin, zahirecilerin, peynircilerin, kahvecilerin, pastırmacıların, tatlıcıların en çok kazandığı dönem bu aydır. Camilerin avlusunda kurulan tezgâhlarda da hat sanatının, tespihlerin, yazmaların en güzelleri bu dönemde alıcı bulurdu. İftar saatini bekleyen Müslümanlar genellikle bu tezgâhları gezerek vakit geçirirlerdi.
Evlerde kurulan mükellef sofralar ve bunlara yapılan harcamalarla ilgili olarak Münevver Alp şunları söyler: “Senenin 11 ayında idareli, tutumlu hareket eden, fazla masraf ve israftan korkan, kuyruk yağı, yerli pirinç, çekirdekli üzüm, bal kabağı hoşafı yiyen ve içen, yağ ve ispermeçet (balina yağı) mumu yakan orta halli aileler bile Ramazan’a hürmeten tereyağı, pilav için Mısır pirinci, erişte yerine kaygam makarnası, yakmak için balmumu alırlardı. Sahurluk hoşaf için alâ razakı, üryani erikler, Şam kaysıları; iftarlık için kelle ile kaşer peynirleri, kol gibi Kayseri pastırmaları, hevenkle Haymana sucukları, en alâ Tirilye zeytinleri, Batum havyarları, Mekke hurmaları, meyve reçelleri alırlardı.”
Paşa ve vükela konaklarının çoğu bu ayda dışardan gelen misafirlere açık olurdu. Bu tarz konaklarda, çoğu zaman üç farklı kesime iftar sofrası kurulurdu. İlk sofra konağın beyi ya da paşasının davet ettiği ve çoğu seçkin tabakaya mensup insanlardan oluşur, bu kişiler konağın mabeyn kısmında yemek yerdi. İkinci sofra evin kadın efendisi ve onun davetlileri için haremde kurulurdu. Evin kâhyası ya da genç delikanlısının çekip çevirdiği üçüncü sofra ise mahallede yaşayan insanlara ya da yoldan geçen halka açık olup, bunun için selamlık dairesinin en geniş odası seçilirdi. Bazı devlet adamlarının bu suretle gecede birkaç yüz kişilik misafir ağırladığı olurdu. Misafire, konağa girerken yemekte kullanması için şimşir kaşık verilir, ayrılırken de ev sahibinin varlık derecesine göre “diş kirası” olarak tabir edilen bir hediye sunulurdu. Bu hediye çoğu zaman bir miktar para olurdu.
Bir Ramazan hikâyesi
Devrin padişahları da bazen haberli bazen habersiz, üst düzey devlet ricalinin konaklarına, yalılarına misafir olurdu. Bu ziyaretler hoş latifelere de konu olurdu. Sultan 2. Mahmud, gururlu kişiliği ve gösterişe olan düşkünlüğü ile tanınan Şeyhülislam Dürrizazde Seyyid Abdullah Efendi’ye bir iftar vakti habersizce konuk olur. Padişah, iftar sofrasına oturulduğunda Abdullah Efendi’nin sofrasındaki debdebeye hayran olur. Tüm yemekler değerli tabaklar içinde gelir. Ancak yemeğin sonunda pilava eşlik etmesi için getirilen hoşaf kâseleri billurdan gibi durmaktadır. Padişah, “Nihayet bir kusur buldum, bunca güzel tabak arasında bu billurdan yapılma ama pek sade olan hoşaf kâseleri oldu mu ya?” diye sorar. Fakat çok ilginç bir cevap alır: “Hünkârım onlar billur kâse değil, başkaları hoşafı serin tutsun diye hoşafın içine buz atarlar, oysa ben buzdan kâseler yaptırtıp hoşafı onların içine koydururum.” Bu cevap karşısında Padişah şaşkınlığını gizleyemez.
Eski İstanbul’da Ramazan ayında, hayatın neredeyse durma noktasına geldiği bilinir. Pek çok devlet dairesi öğleden sonra açılır, iftara bir iki saat kala kapanırdı. Buna rağmen devlet dairelerinin neredeyse hiç çalışmadığını, padişahların zaman zaman yayınladıkları ve “Ramazan ayını gerekçe göstererek vatandaşın işini görmeyen memurları ikaz ettiği” kararnamelerden anlıyoruz. Okullar da ya tamamen ya da kısmen tatil edildiğinden, çocuklar için de Ramazan ayı tam bir şenlik olurdu.
İstanbul halkı Ramazan ayının geldiğini, camilere asılan mahyalardan ya da yakılan kandillerden anlardı. Ancak bu işlemin olabilmesi için evvela İstanbul Kadısı’nın, vaktin girdiğini beyan etmesi beklenirdi. Sonrasında evvela Süleymaniye camiinin mahyaları yanar, bunu diğer selatin camilerinin mahyaları takip ederdi. Böylece İstanbullular o gece sahura kalkacaklarını bilirdi.
Ramazan ve Karagöz
Şimdi biraz da Ramazanla özdeşleşmiş iki geleneksel oyunla yazımıza devam edelim. Geleneksel halk oyunlarımızdan biri olan Karagöz, toplum içinde ne kadar etkin bir şekilde tanınıyorsa, kökeni hakkında da o kadar az bilgiye sahip olduğumuz bir gösteri sanatı. Söz konusu oyuna pek çok toplumun sahip çıktığı aşikâr. Bunda geniş halk kitlelerinin ilgisi ve talebi önemli rol oynamış olsa gerek. Gelgelelim tarihsel verilerle toplum içindeki anlatılar birbiriyle çelişik vaziyette. Bizim toplumumuzda gayet yaygın olan, ancak Karagözcüler tarafından uydurulduğu düşünülen bir görüşe göre, hem Karagöz hem Hacivat, Orhan Gazi’nin iktidarı zamanında (1326-1361) Bursa’da yaşayan iki kişidir. Farklı mizaç ve farklı karakterde olan bu iki kişilik, Orhan Gazi’nin inşa ettirdiği bir caminin inşasında çalışırlar. Ancak gün boyu sık sık tartışır, türlü latifeler yapar ve işçileri etraflarına toplayarak güldürürlermiş. Orhan Gazi cami inşaatını kontrol etmeye geldiğinde, inşaatın ilerlemediğini görür ve bunun sebebini ustabaşına sorar. Ustabaşı da Hacivat ve Karagöz ismindeki iki âdemin, gün boyu türlü latifeler yaparak, çalışanları işlerinden alıkoyduklarını söyler. Bazı anlatılarda bizzat Orhan Gazi’nin de bu atışmalardan birine şahit olduğu ve kahkahalarla güldüğü rivayet olunur. Bununla birlikte inşaatın ilerlemesine kızan Sultan, bu iki çalışanı sert bir şekilde ikaz ederek benzeri tutumun tekrarlanması halinde kellelerini vurduracağını söyler. Lakin huylu huyundan vazgeçmez. Bunun sonucunda iki kafadarın da kellesi Orhan Gazi’nin emriyle kesilir. Sultan böylesi latif iki insanın ölümüne sebep olduğundan, ilerleyen günlerde çok büyük üzüntü duyar. Burada devreye, İran’dan geldiği söylenen Şeyh Küşterî girer. Sultanın acısının hafifletmek için her ikisinin de deriden suretini yaparak, kurduğu bir perdenin arkasında oynatmaya başlar ve hükümdarın acısı bu suretle hafifler. Gelgelelim Karagözcülerin piri olarak kabul edilen Şeyh Küşterî hakkında da pek bir şey bilinmiyor. Bursa’da Çekirge yolunda bulunan Karagöz mezarının, yaşanan bu acı olayın bir hatırası olduğu söylenir. Yazık ki, bu anlatılanları tarih hiçbir şekilde teyit etmiyor. Zira ne söz konusu mezarın Karagöz’e ait olduğuna ne de bu ikilinin Osmanlının kuruluş devri Bursa’sında yaşadığına dair hiçbir tarihsel vesika yok. Ancak Karagöz oyunu bir gerçek. Dolayısıyla kaynağının izini sürmek gerek.
Karagöz’ün kökeni
Karagöz ya da Gölge Oyunu söz konusu olunca, en büyük otoritelerden biri olarak kabul edilen merhum Metin And Hoca, Karagözle ilgili üç rivayetin varlığından bahseder. Bunlardan ilki, Çin kaynaklı olduğu yönündedir. Bu görüşe göre İpek yolu güzergâhı vasıtasıyla söz konusu oyun Anadolu’ya taşınmıştır. Lakin bunu ispat etmek pek mümkün görünmemekte. Bir diğer kaynak da rivayet olmaktan öteye gidemiyor. Bu görüşe göre de Karagöz, Hindistan’dan Çingeneler vasıtasıyla gelmiştir. En güçlü rivayet ise Memluk idaresindeki Mısır’dan geldiği yönünde olandır. Memluk kaynaklarında Osmanlı padişahlarından Yavuz Sultan Selim’in Mısır’ı kontrolü altına almasından hemen sonra Kahire’de yapılan eğlenceler sırasında yerli sanatkârlardan gölge oyunu izlediği yönünde bir bahis vardır. Bu oyun Karagöz olmayıp, son Mısır hükümdarı Tomanbay’ın idamını anlatan bir perde gösterisidir. Oyundan çok memnun kalan Yavuz Sultan Selim, pek çok sanatkârla beraber bazı gölge oyuncularını da İstanbul’a getirtir. Alman müzelerinde, 12. yüzyıldan kalma gölge oyunu tasvirlerinin varlığı da perdede sergilenen ve “hayal” adı verilen oyun gurubunun en tanınmış unsuru olan Karagöz’ün ilham kaynağının Mısır olabileceği tezini güçlendirir.
Osmanlı’nın gölge oyununa katkıları
Bununla birlikte, Osmanlı ülkesinde bu oyuna önemli katkılar yapılır. Mesela Memluk gölge oyunu karakterleri tek renkte olup saydam değildir. Osmanlı ülkesinde ise dericilik alanındaki becerinin de etkisiyle saydam karakterler elde edilir. Osmanlı sanatkârları, karakterleri özellikle deve derisinden elde ederler. Osmanlı sanatkârlarının gölge oyununa katkıları bununla da sınırlı kalmaz. Karakterler kök boya ile renklendirilir. Osmanlı musikisi oyunlara yedirilir. Hatta sırf bu oyunlar için bestelenen eserler vardır. Bunların önemli bir kısmı Etem Ruhi Üngör tarafından yayımlanmıştır. Oyunlarda, tef başta olmak üzere zil, zilli maşa ve düdük gibi enstrümanlar kullanılır. Karakterlerin esnek olması için deriden kesilerek boyanan ve şekil verilen kısımlar, bir ya da iki çubuk vasıtasıyla hareketli hale getirilir.
Osmanlı toplumunda var olan farklı kültürlerin en güzel yansımalarını Karagöz oyununda görmek mümkündür. Oyun içindeki tiplemeler arasında yer alan Çingene, Tatar, Karamanlı, Ermeni, Tatlısu frenki, Acem, Eğinli, Kastamonulu, Yahudi, Arnavut gibi karakterler imparatorluğun çok kültürlü yapısının yansımalarıdır. Bu karakterleri kendi şiveleri ile konuşturmak da başlı başına bir taklit yeteneği ister.
Karagöz oynatıcısı; Hayali
Hâsılı Karagöz sanatçısı, nam-ı diğer “hayali” aynı zamanda hem mukallit, hem senarist, hem rejisör, hem koreograf olmak durumundadır. Ayrıca hayali’lerin yani Karagöz oynatıcılarının nüktedan ve zarif insanlar olduğunu da biliyoruz. Bu konuda 3. Selim’in huzurunda Karagöz oynatan Kasımpaşalı Hayali Hafız Bey’in başından geçenler kayda değer. Hafız Bey, Padişahın huzurunda sanatını icra ederken, oyun gereği Hacivat’ın kölesini çağırması gerekmiş. Hafız Bey köleyi “Seliiiiim” diye çağırınca köleyle aynı adı taşıyan Padişah da latife olsun diye “Lebbeyk” yani “Buyurun, emredin efendim” diyerek devreye girmiş. Kırdığı pot sebebiyle perişan olan Hafız Efendi derhal muma üfleyerek oyununa son vermiş. Padişahın, “Aman gözünü seveyim Hafız Efendi, vallahi latife ettim” demesi para etmemiş ve Hafız Efendi, “Huzur-ı şahanede öyle münasebetsiz bir laf ettim ki, artık bana hayal oynamak haramdır” diyerek Karagözcülük kariyerine son vermiş.
Karagöz ve Hacivat
Karagöz oyunundaki iki tipten biri olan Karagöz, katıksız bir halk adamıdır, özü sözü birdir, samimidir. Politik davranmanın uzağındadır. Bu yanıyla da kaba bir insan profili çizer ve kalın bir ses tonuyla konuşur. Tam bir çelebi olan Hacivat ise diplomat bir kişiliktir. Herkesin huyuna gider, arabulucudur. İnce sesli bir İstanbul beyefendisidir.
Karagöz oyunu esasen dört kısımdan oluşur. İlk kısım mukaddime yani giriştir. Bu bölüme geçmeden önce Hacivat bir gazel okur. Bu kısım bazen ana konudan uzak bir içerik taşıyabilir. Zira amaç izleyiciyi bir şekilde oyunun içine çekmek, oyuna ısındırmaktır. İkinci kısım olan muhavere Karagözle Hacivat arasında geçen ve istenildiği kadar uzatılabilen bir konuşmadır. Fasıllar oyunun ana omurgasını oluşturur ve değişik konulardan ilham alır. Son bölüm ise bitiştir. Bu kısımda Hacivat, “Yıktın perdeyi eyledin viran, varayım sahibine haber vereyim heman” derken, Karagöz de “Her ne kadar sürç-i lisan ettiysek affola” diyerek sahneden çekilir.
Karagöz oyunu özellikle Ramazan ayının vazgeçilmezleri arasında yer alırdı. Bu oyunun en büyük ustaları iftar sonrası sanatlarını Veznecilerden Fatih’teki İtfaiye meydanına kadar uzanan dar alanın etrafında icra ederlerdi. Eğer mevsim yaz ise açık havada, kış ise çadırlarda ya da o güzergâh üzerinde bulunan kahvehanelerde hayal perdeleri kurulurdu. Nitekim bu mıntıka üzerinde yer alan Direklerarası denilince akla ilk gelen seyirliklerden biri Karagözdü. Ancak zaman içinde bu mıntıka tiyatro ve operetlerle dolunca, Karagöz unutulur oldu. Onun yerini çeşitli tiyatro kumpanyaları aldı.
Karagöz denilince akla ilk gelen isimler şunlardı: Hayal Küpü Emin Ağa, Küçük İsmail Efendi, Arap Cemal Efendi, Kasımpaşalı Hafız Efendi, Hımhım Hüsnü Efendi, Müsahip Sait Efendi, Cerrah Salih Efendi, Müştak Baba, Arsen Efendi. Bunlar arasında yer alan Küçük İsmail Efendi aynı zamanda ortaoyununda Pişekâr’ı canlandırırdı. Hımhım Hüsnü Efendi taklit yapamaz Arnavut, Laz, Kastamonulu, Karamanlı gibi karakterleri sadece perdeye çıkartır ve söz söyletmeden perdeden indirirmiş. Cerrah Salih Efendi ise lakabında da anlaşılacağı üzere sünnetçi idi. Evvela çocukları sünnet eder, sonrasında acılarını unutturmak için Karagöz oynatırmış.
Ortaoyunu; Kavuklu ve Pişekâr
Karagözle bağlantılı bir diğer geleneksel değerse Ortaoyunu’dur. Bu oyunun da en büyük şöhrete kavuştuğu mekânlardan biri Şehzadebaşı idi. Ortaoyununda iki ana karakter vardı. Bunlardan biri olan Kavuklu, Karagöze benzeyen bir tipleme idi; Pişekâr ise Hacivat’ı andırırdı. Hatta bazı araştırmacılar Ortaoyunundan bahsederken, ‘Karagöz oyununun, meydana inmiş hali’ tabirini kullanırlar. Ortaoyunun en meşhur Kavuklu tiplemeleri Abdürrezzak Efendi, Kel Hasan Efendi, Sepetçi Ali Rıza Efendi, Hamdi Efendi ve Agâh Efendi. Pişekâr tiplemesi denilince ilk akla gelenler ise Küçük İsmail Efendi, Asım Efendi, Terlikçi Ahmet Efendi, Hamamcı Süleyman Efendi ve Frenk Mustafa Efendi idi.
Kaynakça
Metin And; “Karagöz”, DİA, cilt: 21, İstanbul 2001, s. 401-403.
Münevver Alp; “Eski İstanbul’da Ramazan”, Türk Folklor Araştırmaları, cilt: 8, sayı: 174, Ocak 1964, s. 3273-3275.
Abdülkadir Altunsu; Osmanlı Şeyhülislamları, Ankara 1972.
Reşat Enis Aygen; “Eski Ramazanlarda Karagöz”, Türk Folklor Araştırmaları Dergisi, cilt: 4, sayı: 82, Mayıs 1956, s. 1304.
Münir Süleyman Çapanoğlu; “İstanbul’da Eski Ramazanlarda Karagöz”, Türk Folklor Araştırmaları, cilt: 2, sayı: 46, Mayıs 1953, s. 728.
Edmondo de Amicis; İstanbul (1874), (Çev: Beynun Akyavaş), Ankara 1993.
Ahmed Rasim; Ramazan Sohbetleri (Haz: Muzaffer Gökman), İstanbul 1967.
Halit Fahri Ozansoy; Eski İstanbul Ramazanları, İstanbul 1968.
Necdet Sakaoğlu; “Eski İstanbul Ramazanları”, İstanbullu, sayı: 3, Aralık 1998, s. 58-67.