Yüzyıllar boyunca kadın yalnızca toplum tarafından değil, sosyal yapılar ve bilimsel araştırmalarca da zayıf, savunmasız cinsiyet olarak görüldü. İngiliz gazeteci Angela Saini, “How Science Got Women Wrong - and the New Research That’s Rewriting the Story” (Bilim Kadınları Nasıl Yanlış Değerlendirdi ve Hikâyeyi Yeniden Yazdıran Yeni Araştırma) adlı kitabında bilimin uzun süredir kadınları nasıl yanlış değerlendirdiğini ve sınırladığını belgeliyor.

Tarihe şöyle bir bakayım dedim, en ünlü bilim adamları, en ünlü sanatçılar, kâşifler, tarihçiler… hep erkek!!. Sokrates, Newton, Galile, Da Vinci, Kolomb, Shakespeare…
Saini, erkeklerin bu hâkimiyetlerini ırksal ve cinsler arası eşitsizlikleri yüceltmek için kendi lehlerine kullanarak, kadın-erkek eşitsizliğini meydan okunamayacak derecede katılaştırdığını, dolayısıyla da aksini ispatlayacak durumda olmayan veya o duruma gelmesine izin verilmeyen kadının, zihnini esnetme, kendini geliştirme yeteneklerinin reddedildiğini savunuyor.

Oysaki…

Oysaki bugün, bu önyargıların aksine, topluma katkıları ve ulaştıkları seviye ile, kadınların erkeklere nazaran eşit entelektüel kapasiteleri olduğu ortaya çıktı. Tarihçi ve aktivist Lisa Unger Baskin, yedi asır geriye giderek yaptığı tespitlerle, kadınların uyanışının çok daha gerilere dayandığını gördü. Asırlarca eve, ailesine karşı görevleri ile sınırlar içinde tutulan kadının, zaman içinde erkeklerin tekelinde görülen ağır işçi, yazıcı, denizci, makine ustası, bilim adamı gibi mesleklerde, yer-yer hor görülmek korkusundan olsa gerek, çok fazla öne çıkmadan ama azimle, büyük başarıyla üstesinden geldiğini görmüş. Görmüş ki, mesela, kocaların ölümünden sonra, mesleğin önemi ve işin ehlilerinin olmamasından dolayı, karılarının matbaanın başına geçmesine katlanılmak (!) zorunda kalınmış. Sömürge Amerika’sında birkaç tane var üstelik matbaacı kadın! Görmüş ki, mesela 1831 İngiltere’sinde Sara Clarson adında bir duvarcı, 1888’de garip cam heykeller yapan bir grubun başında bir Madam Nora, 1799’da Londra’daki kız okulunun müfredatına matematik ve astronomiyi katan bir Margaret Bryan, 1600’lerin ikinci yarısında, doğal ortamlarda böcek metamorfozunun ilk gözlemlerini ve çizimlerini yapan Alman doğa bilimci ve illüstratör bir Maria Sibylla var.

Ancak en yürek yakan hikâye, 1831’lerde Virginia’da yaşayan Alsy adındaki bir köleye ait. Unger Baskin, onun hikâyesine, eline geçen bir tıbbi rapordan ulaşıyor. Doktor burada, hastanın sarkan rahmini toplayacak ve yeniden işe yarayacak duruma getirecek bir cihazdan bahsetmektedir. İşin dramatik tarafı da işte tam bu! Kadının bir insan olmaktan çok, işe yarar olmasının altı çizilmekte.
Kadınların gücü, yıllardır inkâr edildi. E peki, o zaman zaten güçsüz kabul edilen kadına bir de şiddet uygulamanın bir izahı olabilir mi?

Sorun şu ki…

Sosyoloji master’ini bu konuda yapan ve tespitleri ile sesini duyuran Moritanyalı Lalla Aica Sidi Hammou diyor ki: “Bazı insanlar öfkeli, hayal kırıklığına uğramış veya umutsuz olduklarında, dışavurumlarını şiddet ile yaparlar. Bu patolojik bir eylem olabildiği gibi, kişilerin içinde bulundukları toplum, aile, din gibi baskın öğelerin de desteklediği sosyolojik bir sonuç da olabilir.”

Kadına şiddet

Kadına şiddet her toplumda görülse de, üçüncü dünya kadınlarının durumu, toplumca susturulmuş, temel haklarından yoksun ve ekonomik açıdan yetersiz oldukları için çok daha kritiktir. Şiddetin yer yer ölümle sonuçlanıyor olması ise, olaya bir cinayet eğilimi boyutu kazandırıyor ki, bu da artık ayrı bir toplumsal sorun olarak ele alınmalıdır. Görülen şu ki, kadında, bu konuda sesini yükseltme korkusu, şiddete ateşinin kaynağında beslenmesi özelliğini kazandırırken, yetiştiği ortam itibariyle de şartlar bazen kadına bu durumu olağan karşılaması ve şiddetle yaşamaya alışması sonucunu doğuruyor.

Fiziksel ve sözel şiddet

Kadına şiddetin kişisel ve sosyal etkenleri vardır. Kişisel derken, erkeğin dominant bir karakterde yetiştirilmiş olması, psikolojik bozuklukları, cehaleti, ekonomik veya biyolojik yetersizlikleri, kötü alışkanlıkları diyebiliriz. Sosyal etkenlere ise, yanlış toplumsal veya dinî kurallar, yöresel alışkanlıklar, medya ve filmlerin, olumsuz çevrelerin, ekonomik sıkıntıların şiddeti tetikleyen etkileri giriyorken, şiddetin fiziksel ve sözel olmak üzere iki yüzü olduğunu da görüyoruz. Erkekler daha çok fiziksel şiddet uygularken, zaman zaman kadınların da başvurduğu bir yöntem olan şiddette onların daha çok sözel yolu kullandıkları görülüyor. Her ne kadar fiziki şiddet her türlü şiddetin en beteri olarak algılanıyorsa da, tartışmalar sözel şiddetin de insan ruhundaki yaşam boyu kalıcı arazlarının göz ardı edilmemesi gerektiği yönünde.
Kadın doğmak…

WHO (World Health Organization / Dünya Sağlık Örgütü)’ne göre dünyada en çok kişisel şiddete maruz kalanlar kadınlar. Üstelik doğu-batı, eğitimli-cahil farkı gözetilmeksizin. Onca yıllık bir medenileşme süreci ardından bile Avrupa Birliği içinde eşleri ya da partnerleri tarafından seksüel, psikolojik veya fiziksel şiddet oranı %33. Bu oranlar Danimarka’da %52, Finlandiya’da %47, İsveç’te %46. İlginç değil mi?

Doğuya dönersek…

Hindistan’da kadın doğmak zaten hep bir lanet oldu. Kadın geleneksel olarak ailesinin mirasından erkek çocuklar lehine mahrum bırakılırken, evlenerek gittiği eşi ve ailesinden şiddete maruz kalması hep göz ardı edildi. Yetmedi, eşinin ölümünün ardından kendisinin de kendini yakması zorunluluğu olan “SATİ” ritüeline uymak zorundaydı. Sati 1988’de yasalarca yasaklanmakla birlikte, bu zihniyetle yetişmiş kadınlar arasında halen nadiren de olsa birkaç vakanın görüldüğü biliniyor.

Hindistan, Thomson Reuters Vakfı tarafından 2018’de kadınlar için en tehlikeli ülke olarak klasifiye edilmiş. Yine de Me too hareketi buraya kadar uzanabilmiş. Cinsel taciz iddialarına maruz kalan ünlü aktör Alok Nath’tan başlamak üzere Bollywood’un ardından Ocak 2019’da Karala’da beş milyon kadının omuz omuza zincir oluşturması da her ne kadar kendilerine yasaklanan mabet giriş nedeniyle başlamış olsa da kadın uyanışının da bir simgesi oldu.

Meksika’da günde dokuz kadın katledilirken, 18 saniyede bir kadın tecavüze uğrarken, failleri de ürkütücü oranda cezasız kalmakta. En son 2019 Ağustos’unda 17 yaşındaki bir genç kızın hem de polislerce tecavüze uğraması, ülkede “revolución diamantina” (elmas / parlak ihtilal) dedikleri bir uyanışın ilk kıvılcımı oldu.

Yolları çok uzun olsa da… Suudi Arabistan’da kadın önce babasının, sonra da kocasının vesayetinde yaşar. Ülkesinin bu Vahabi görünüşünü modernize etmek kaygısındaki son veliaht prens Muhammed bin Salman, araba kullanmak, maçlara gidebilmek, belli işlerde çalışabilmek gibi özgürlükleri yerleştirmek çabasında.

Kongo’da kadın vücudu bir savaş alanı, kendisi de bir savaş silahı. Etnik şiddetin sık görülmesi ile bilinen ülkede tecavüz çok yaygın. Altı aylık bebekten tutun da seksen yaşında kadına kadar kırık uzuvlar, her türlü akıl almaz işkenceler sonucu sakatlık ve ruhsal hastalıklardan mağdur olmuş kadınların tedavileri ve rehabilitasyonunu üstlenen, 2018 Nobel barış ödüllü jinekolog Denis Mukwege, “kadın tamircisi” olarak ün salmış.

“Şiddet illa ki, fiziksel güç uygulamaktan ibaret değildir,” demiştik ya yukarıda, giydiğimiz Calvin Klein’ları bize, ayda 26 $’a dikmek zorunda olan, ekonomik boyunduruk altındaki Etiyopya kadını da bu listeye giriyor.

Ne yazık ki, Türkiye’yi de katmak durumundayım listeye, özellikle de son yıllarda şiddet oranlarındaki baş döndürücü yükseliş nedeniyle. Tespitlerin doğru olduğunu kabul edersek, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, 2019’da öldürülen kadın sayısının 299 olarak kaydedildiğini, cinayetlerin %72,8’inin evde işlendiğini, faillerin yüzde 95’inin eş, partner ya da akraba olduğunu açıkladı.

Kadına şiddet son yıllara kadar medya ve sosyal çevrelerce örtbas edildi. Kimilerince bu bir aile sorunuydu ve aile mahremiyetinde kalmalıydı. Ancak, kızlarımızın ve oğullarımızın başa baş rekabete girmelerini istiyorsak, onlara yetenek ve başarıları ile diğerlerini rahatsız etmekten rahatsız olmamaları gerektiğini öğretmeliyiz, diyor Michele Norris, National Geographic’teki bir yazısında. Hâsılı, kadınlar da artık harekete geçmeliydi. Nitekim Amerikan futbol yıldızı Megan Rapinoe, tenis yıldızı Serena Williams, You Tube ve “23andMe” adlı genom ile biyoteknoloji şirketi sahipleri ve CEO’ları Susan & Anne Wojcicki kardeşler, General Motors CEO’su Mary T. Barra, TV süperstarı Oprah Winfrey gibi dünyada liderlik koltuklarındaki kadınların öncülüğünde Me too hareketi başladı ve hızla yayıldı. Birmanya, Ceylan, Endonezya, Laos, Malezya, Pakistan,Filipinler, Singapur, Tayland, Vietnam’da da kadınların politik, yasal, ekonomik ve eğitim alanlarında toplu uyanışlar var. Unesco’nun “Le Courrier de L’Unesco” Unesco Postası ile Barbara E.Ward’ın “Women in the New Asia: The Changing Roles of Men and Women in South and South East Asia” (Yeni Asya’da kadın: Güney ve Güney Doğu Asya’da Erkek ve Kadınların Değişen Rolleri) -adlı çok ilginç yayınlarında sınırlı bir coğrafyada ve sınırlı bir nüfus olarak yaşayan doğulu kadınlar şehirleşme sonucu üç nesil boyunca yaşamlarındaki değişiklikleri anlattılar.

Üzgünüm, üstünüz ve farkındayız

Çok feminist bir yaklaşım olacak ama, ben değil, bilim adamları, kadınların hep erkeklerden üstün olduklarının farkındalığından bahsediyor. Kuzey Carolina’daki Duke Üniversitesi araştırması diyor ki, son 250 yıl içinde, Trinidad’daki köle çiftliklerinden, İsveç’teki açlık dönemlerinden, İzlanda’daki kızamık salgınlarına kadar kadınlar her türlü açlık, hastalık ve zorlukları alt ederek altı ay ile dört yıl kadar daha uzun yaşam çizgisi gösterdiler. Yine bilim diyor ki, östrojen hormonu kadınlara birçok hastalıklara karşı direnç kazandırırken, testosteron, erkeklerde bunun aksi sonuçlar veriyor. En basitinden doğumda bile kız bebeklerin erkek bebeklerden daha yüksek yaşam şansı var.

Son olarak konuya şuradan bakalım: Lider-güç, dev-güç, patron-güç, şef-güç, başkan-güç… Şu birkaç güç ifadesi kelimeleri okurken hiç gözünüzün önüne “kadın” figürü geldi mi? Geldiyse, harikasınız! Umarım bu görüşünüz bulaşıcıdır ve genelleşir. Gelmediyse, dürüstlüğünüze teşekkürler, kalan sağlar bizimdir.