“Bir daha hiç dönememiş evine” dedi, hafif yaşaran gözleriyle pencere camının arkasından yükselen inşaatın en üst katlarına doğru bakarak. Bir müddet sustu, yutkundu ve devam etti; “Annem geri dönmeyi hep düşünmüş. Çünkü çok özlemiş. Hep geri dönerim sanmış… Bana oradakiler ölmüşlerdir artık herhalde,” derdi. Şimdi yaşadığı İstanbul’da 85 yaşını geride bırakan yaşlı kadın, daima geçmişe bir parça sünger çekmek isterdi. Belki anıların tatsızlığından, belki de verdiği korkudan. Bense yıllardır dinlediğim parça parça hatıraları birleştirebilmek umuduyla sormaya devam ettim; “Peki tüm büyükleriniz, hepsi mi Kırım’daydı. Neden kopuldu ki? Neden hep beraber gelmediler?” Gözlerime baktı, düşündü ve gülümsemeye çalışarak; “Ne önemi var ki artık…” Israrla sormaya devam ettim: “Nerede yaşıyorlardı, ne iş yapıyorlardı orada?”
Karasubazar, 1856 yılı. Carlo Bossoli çizimi
Kendinden bir kuşak öncekilerin anlattığı anıları akılda tutmak kolay değildir. Artık onlar sadece etkisi hissedilen hatıralardır. O da bunları, verdiği acılar nedeniyle içine gömmeye çalışıyordu. Bense gün yüzüne çıkarıp, bir parça da olsa geçmişle tanışabilmeyi… Çayından bir yudum alarak devam etti; “Karasubazar denilen bir şehirde yaşarlarmış. Çoğunlukla Tatarlar yaşarmış orada. Bizimkilerle birlikte birkaç aile dinî inançları nedeniyle ‘zülüflü çufutlar’ diye anılırmış. Aynı inancı paylaşsalar bile pek geçinemedikleri diğer bir topluluğa da ‘zülüfsüz çufutlar’ deniyormuş. Ara sıra başka dil konuşulsa da içinde yaşadıkları Tatar toplumuyla anlaşmak için bu dili benimsemişler. Dedelerimin biri marangoz biri de tüccarmış. Ruslar bölgenin hakimiymiş ve asker, polis de hep ortalıktaymış. Sık sık zorla para ve eşya isterlermiş. O dönem onları bir arada tutan, yön gösteren ise İstanbul’dan gelen büyük bir alimmiş. Ancak asıl sıkıntıları annemin gençliğine doğru başlamış.”
Tabi ki Kırımçaklardan bahsediyordu…
Artık yok olmaya yüz tutmuş ve izleri kaybolan bir kültürden, bir halktan. Kırım’da yerleşmiş bu Yahudi topluluk bazı kaynaklara göre Hazar Kağanlığının bölgeye yerleşimiyle gelmiş, bazılarına göre de M.S 70 yılında Kudüs’teki mabetleri Romalılar tarafından yıkıldıktan sonra yeryüzüne dağılan Yahudilerin bir koluydu. Kırım Hanlığı döneminde Tatarlarla yakın bir ilişkide olan cemaat, inancı açısından dışlanmamıştı. Osmanlı İmparatorluğu hakimiyetinde de yargı başta olmak üzere bazı konularda özerklik tanınmıştı. O dönemde bölgede yaşayan iki Yahudi toplumu, pe’ot (zülüf) yapısı ile ayrılmaktaydı. Karaimlerde olmayan pe’ot, Kırımçaklar’da yaygın bir uygulamaydı. Takvimler 1783’ü gösterdiğinde ise bir dönemin değişimi Kırım’ın Ruslar tarafından işgaliyle başlamıştı.
Hayim Hezekiah Medini
İstanbul’dan geldiği söylenen büyük âlim ise Hayim Hezekiah Medini idi. Çalışkanlığı, okumaya düşkünlüğü ve çevresine verdiği eğitimler ile tanınırdı. Kırım’dan gelen Yahudi tacirler tarafından hahamlık teklif edildiğinde pek de düşünmeden kabul etti. Çünkü çalışmak ve yazmak için sessizliğe ihtiyacı vardı ve anlatılanlara göre Kırım ona bunu sağlamak için mükemmel bir yerdi. 1867’de gittiği Kırım’da Karasubazar’a yerleşti ve 1899’a kadar burada yaşadı. Bölge halkının eğitim standardının yükselmesine büyük katkısı oldu.
***
Gözlerini kapattı, biraz düşündü ve devam etti; “Günün birinde büyük bir karışıklık başlamış her yerde. Aynı ülkenin askerleri birbirlerine karşı savaşıyor, arada kalan da bizimkiler oluyormuş. Bir gün bir tarafın askerleri gelip diğer tarafa yardım edildiğini iddia etmişler ve bir amcamı ve onun büyük oğlunu götürmüşler. Onlardan bir daha haber alınamamış. Ceza olarak tüm ekinler yakılmış, hayvanlar öldürülmüş. Baskılar öyle artmış ki, oralardan göç etmek doğal karşılanır olmuş. Pek çok komşumuz ve akrabamız uzaklarda tanıdıklarının yanına gitmek üzere ayrılmış. Diğer bir amcam, iki halam da kutsal topraklar bize sahip çıkar diyerek aileleriyle gitmişler. Büyükannem ve dedem ise kalmayı tercih etmişler. O dönem komşumuz olan Tatar bir aile onlara çok yardım etmiş. Annemin çocukluktan çıkıp gençliğinin başlaması ise onları çok tedirgin ediyormuş. Birileri gelip kaçırır korkusuyla. Düşünüp tartıştıktan sonra o önemli kararlarını vermişler.”
1917 Devrimi ve Kırım’dan kaçış
Rusya’da 1917 yılında gerçekleşen devrim kaçınılmaz şekilde kardeşi kardeşe düşman etmişti. Bolşeviklere karşı başlattıkları savaşı kaybeden Beyaz Ordu Rusya’nın güneyi Kırım’a kadar çekilmişti. İki güç arasındaki savaşlar Kırım’da da devam etmiş ve sadece askerlerin değil yöre halkının da ölümüne yol açmıştı. Tarım ve hayvancılık yapan topluluğun geçim kaynakları yok edilmiş ve açlıkla baş başa kalmışlardı. Nihayetinde Kırım’da da tutunamayan Beyaz Ordu askerleri ve siviller gemilerle İstanbul, Çanakkale ve Çatalca sahillerine doğru kaçmak zorunda kalmışlardı.
Önemli kararı merak ediyordum. Devam etti; “Limandaki şehirden bir yol açılmış. İsteyenler İstanbul’a giden gemilere binebilecekmiş. Dedemlerin kararı ise annemi bu gemiyle oradan göndermek olmuş. Komşuları olan Tatar aile çoktan hazırlıklarını yapmışlar ve yola çıkmak üzerelermiş. Onu, çocukları gibi seven bu ailenin yanına vermeyi kararlaştırmışlar. Annem başta itiraz etmiş, beraber gidelim demiş. Ama dedemler birgün her şeyin düzelebileceği umuduyla topraklarından ayrılmak istememişler. ‘Sen git’ demişler ona, ‘zaten birkaç aya her şey düzelir, geri dönersin nasıl olsa.’ Yola çıkarken son kez sarıldıklarında buna gerçekten inanıyorlarmış.”
Bahsedilen gemilerle Osmanlı topraklarına gelen ağırlıklı Beyaz Rusların yanında çeşitli şartlarla ülkeyi terk etmek zorunda kalan başkaları da vardı. O dönem Osmanlı Devleti de işgale uğramış ve yıkılmak üzereydi. Ama yine de bu coğrafyaya kabul edilen Beyaz Ruslar burada 6 sene yaşadı. İstanbul, Gelibolu ve Çatalca’da komünler kurdular. Sonrasında arkalarında kendilerine ait kültürel unsurları ve gündelik hayatlarına dair bazı izleri bırakarak göçlerine devam ettiler.
“O zaman ondan sonra hep İstanbul’da kalmışlar, değil mi?” diye sordum. Gülümsedi ve devam etti; “Nerdeee… Tatar ailenin akrabaları Köstence’de imiş. İstanbul’da pek kimseleri olmadığı için oraya yola çıkmışlar hemen. Ama o yıllarda hiçbir yerin birbirinden farkı yokmuş. Bir yerde ‘öteki’ kabul ediliyorsan hep kovulma, mallarının elinden alınması, şiddet devam ediyormuş. Annem de zamanla bu Tatar toplumuna alışmış. Hiçbir eski tanıdığına akrabasına ulaşamamış, ayrılamamış onlardan. Bir müddet sonrada bir Tatar genciyle tanışmış ve evlenmiş. Ancak daha bir ev kuramadan baskılar nedeniyle İstanbul’a geri kaçmışlar. Tabi bu birliktelikleri ayrı bir hikâye… Sonra da ben doğmuşum işte…” Artık yorulmuştu. Ama anlatmak onu da rahatlatmıştı.
Rabbi Hayim Hezekiah Medini, Kırım’da. Karısı Rivka Luna sağında
Günümüzde Kırımçak Yahudileri
Kırımçak Yahudileri günümüzde çoğunlukla ABD, İsrail ve Türkiye’de ve de maalesef geçmişlerinin izlerini kaybetmiş olarak yaşamaktadırlar. 1897 nüfus sayımlarına göre Karasubazar’da 5.700 Kırımçak yaşıyordu. Büyük bir kırım yukarıda anlatılan olaylardan 20 yıl kadar sonra, 1941’de Nazi Almanya’sının bölgede egemenlik kurmasıyla başladı. Bölgede kalan nüfuslarının neredeyse %75’i Holokost sırasında öldürüldü. Savaşın sonlarına muhatap değişti ama ıstırap devam etti. 1944’de bölgeyi yeniden ele geçiren Sovyet rejimi Kırım Tatarları ile birlikte kalan Kırımçakları Orta Asya’ya sürgüne gönderdi. 1950’lerin ortalarında ise sadece 1.500 Kırımçak, Kırım’da ikamet etmekteydi. Tahminlere göre Kırımçakların iki binli yılların başındaki sayısı 1.800 civarındaydı. Çoğunluğu Kırım’da yaşayan bu popülasyon Kırım Tatar kültürünü ve yaşayışını benimsemiş durumdadır. 1981’e kadar Tel-Aviv’de bir tane Kırımçak sinagogu bulunuyordu. Ancak ayrı bir cemaat yapısı uzun süre devam edemedi. Amerika’ya göç edenler ise Aşkenaz Yahudilerinin arasına karıştılar.