Hukuk ve adalete ilişkin sorunlara sinema sanatının perspektifinden bakan Uluslararası Suç ve Ceza Film Festivali, bu yıl on dördüncüsünü düzenledi. Altın Terazi En İyi Film Ödülü’nü İranlı Farahnaz Sharifi’nin “Çalınan Gezegenim / My Stolen Planet” filmi kazandı. Jüri üyelerinden biri olduğum SİYAD ise, tercihini Fransız Jonathan Millet’nin “Hayaletler / Les Fantomes” filminden yana kullandı. Bu iki filmin eleştiri yazıları, Şalom Gazetesi’ndeki köşemde çıktı. Jüri Özel Ödülü’ne Fransız Boris Lojkine’in “Süleyman’ın Hikayesi / L’histoire de Souleymane” filmi, Özel Mansiyon Ödülü’ne Mehmet Ali Konar’ın “Ceviz Yaprakları Sarardığında” layık görüldü. Bu yazımda festivalde kaliteleriyle öne çıkan üç filminden söz edeceğim.
SÜLEYMAN’IN HİKAYESİ
Cannes Film Festivali’nin Belirli Bir Bakış Bölümünde Jüri Ödülü ve En İyi Erkek Oyuncu Ödülünü kazanan Boris Lojkine’in “Süleyman’ın Hikayesi / L’histoire de Souleymane”, Suç ve Ceza Festivali’nde Jüri Özel Ödülü’ne layık görüldü. Bir yemek dağıtım platformunda yasadışı çalışan Süleyman (Abou Sangare), bisikletiyle Paris’in kalabalık sokaklarında dağıtım için zamana karşı yarışır. İyi huylu bu genç Ginelinin arzusu Fransa’ya sığınma talebinde bulunmaktır.
Süleyman, çalışma izni olan bir vatandaşının belgesi ile, haftada 120 Euro bedelle kuryelik yapar. İki gün içinde, belgeleri almanın anahtarı olan sığınma başvurusu görüşmesinde inandırıcı olması gerektiği bilincindedir. Ancak buna hazır değildir. Yasal ikamet iznini almak için sosyal hizmetler görevlisiyle yapacağı hayati görüşmede inandırıcı olması için, Fransa’da yaşayan deneyimli Khalil’den dolgun bir ücret karşılığında ders alır. Görüşme gerçekleştiğinde ezberlediği metin, bazı soruları yanıtlayamadığı için inandırıcı olmaz.
Süleyman’ın yalan söylediğini tecrübesiyle anlayan yardım uzmanı kadın (Nina Meurisse), Süleyman’a aynı metni hafta içinde iki göçmenin ağzından duyduğunu anlatır: “Doğruları söyle, sana yardımcı olayım. Gine’yi niye terk ettin?” diye sorar. Süleyman akıl hastası olan annesine daha iyi bir hayat sağlamak için yola çıktığını, Libya’da hayvan muamelesi gördüğünü, korsanlar tarafından hapse sokulduğunu, serbest bırakılması için ailesini arayıp para yollamalarını istendiğini anlatır. Ailesi fakir olduğu için, Süleyman bir fırsat bulup kaçar. Matteo Garrone’nin Venedik’te Gümüş Aslan Ödülünü alan “Kaptan Benim / Io Capitano”su iki gencin Senegal’den Avrupa’ya yolculuğunun hikayesiydi. Filmde Süleyman, yolculukta çekilen eziyetleri o filmdeki gibi bire bir anlatır. Fransa’ya sığınmaya çalışan bir grup Afrikalı göçmenin günlük yaşamını betimleyen film, zamana karşı bir yarış formatında anlatılıyor. Paris sokaklarını, teslimatları için bisikletiyle çılgın bir süratle kateden Süleyman’ı, görüntü yönetmeni Tristan Galand hep yakın plandan takip ediyor. Bu, kamera omuzda enerjik takip sahneleri, Süleyman’ın yaşadığı stresi izleyiciye geçiriyor.
Göçmenlerin hayata tutunma savaşına odaklanan filmler zincirine katılan “Süleyman’ın Hikayesi”, yine tecrübesiz sığınmacıların sırtından para kazanan, aynı ırktan fırsatçıların varlığını gözler önüne seriyor. Evvelce bu hakkı kazanmış olanlar, ikili görüşmelerde sorulacak soruların inandırıcı cevaplarını bildikleri senaryosunu bir geçim kaynağına çevirirler. Film kötü niyetli insanlar kervanına yerel halktan örnekler katar: siparişini teslim almayı reddeden bir tüketici, kuryeyi sorumsuzca bekleten tüccarlar, kaçak çalıştığını bildiği kuryeyi ihbar edip çalışma iznini iptal ettiren kötü kalpli işverenler… Arabalarında oturan devriye polisler, kaçak çalıştığını bildikleri kuryeye zorluk çıkararak, para ödememek için binbir tehdit sıralar. Kuryeler, asansörü bulunmayan bir apartmanda yedi kat merdiveni soluk soluğa çıkmak gibi mesleğin zorluklarına da katlanırlar. “Göçmen olmak zor şey” dedirten film, çaresizlik, çıkışsızlık, hayata tutunma savaşı gibi, insanın yüreğine dokunan temaların hakkını veriyor.
GECENİN KIYISI
Türker Süer’in “Gecenin Kıyısı”nda, orduya karşı kayıtsız şartsız sadakatini asker babası aleyhine tanıklık ederek kanıtlamış olan genç subay Sinan’dan, ne suç işlediğini bilmediği, kendisi gibi subay olan ağabeyi Kenan’ı, ifadesi alınmak üzere otomobille İstanbul’dan Malatya’ya götürülmesi istenir. 14 Temmuz 2016’da başlayan filmin açılış sahnesinde Yarbay Sinan’a (Ahmet Rıfat Şungar) amirleri, ağabey Kenan’ın (Berk Hakman) komutanına bir saldırı gerçekleştirdikten sonra firar ettiği, ancak havaalanında yakalandığı bildirilir. Görevi, kendisini sorgulanmak üzere bir kışlaya götürülmesidir. Yolculuğun ilk gecesinde 15 Temmuz darbe girişimi haberi Sinan’ın emrindeki arabaya ulaşır. Ancak “Gecenin Kıyısı” 15 Temmuz hakkında bir film değil, iki kardeşin hikayesi.
Değişik, az işlenmiş, hassas bir konuya odaklanan “Gecenin Kıyısı”ndaki cesur tutumuyla, senaryo yazarı-yönetmen Türker Süer övgüyü hak ediyor. Venedik Film Festivali’nin Yönetmenler Günleri bölümüne, Toronto ve Vallodolit Festivallerine seçilme başarısını gösteren film, İstanbul prömiyerini Suç ve Ceza Film Festivali’nde yaptı. Uzun yolculuk, 15 Temmuz 2016 darbe girişimi gecesine denk gelince, Sinan’ın komutanına ve orduya güveni sarsılır; kime sadakat göstereceğini sorgulamaya başlar. Öfkenin, şüphenin egemen olduğu bir ülkede “İnsan olmak ne demek?” sorusuna cevap arayan film, anti militarist yaklaşımıyla öne çıkıyor. Sekiz yıl önceki başarısız darbe hakkında bugün dahi her şey bilinmiyor. Esasen, filmin, darbe hakkında fikir yürütmek gibi bir amacı yok. Film orduya karşı gelen, ancak iftiraya uğradığı sonradan ortaya çıkan, intihar eden asker bir babanın, aynı mesleği seçen iki oğlu arasındaki girift hesaplaşma sürecine odaklanıyor.
Türkiye ile ilgili yakın tarihimizin önemli bir olayını, film, askerlik üzerinden anlatıyor. Belirtisiz, muğlak, bilinmeyenlerin olduğu bir darbe sırasında geçen konunun, Türker Süer’in senaryosunda ince bir çizgi üzerinde yürüdüğü gözlemleniyor. Film zor olanı anlamayı basit bir şekilde akıcı bir sinema diliyle işliyor. İyi seçilmiş arşiv görüntüleriyle beslenen bu belgesel tadındaki filmin güçlü anlatım dili ve gerilim tansiyonu hayranlık uyandırıyor. Film sürprizli, müthiş bir final ile noktalanıyor. İki başrol oyuncusu Ahmet Rıfat Şungar ve Berk Hakman başarılı performanslarıyla rollerinin hakkını veriyorlar. Yönetmen Türker Süer mizanseniyle dramatik tansiyonu sürekli diri tutarak, bir yüzbaşının alt rütbedeki ağabeyini “tutuklu sevk görevi”nin safhalarını başarıyla perdeye aktarıyor. İki kardeş arasındaki tartışmalarda, ordudan ihraç edilen general baba hakkında, ağabey Kenan kardeşine: “Sen babanı da satmıştın” diyerek sitem ettiğini görüyoruz. “Gecenin Kıyısı” eski bir Osmanlı kışlası olan (Maçka’daki) Taşkışlada çekilmiş. Genç ama deneyimli İtalyan görüntü yönetmeni Matteo Cocco’nun (38), yönetmen Türker Süer’in mizansenindeki başarısında katkısı var.
SANTOSH
Dünya prömiyerini geçtiğimiz Mayıs ayında Cannes Film Festivali’nin Belirli Bir Bakış bölümünde yapan Hintli yönetmen Sandhya Suri’nin “Santosh”u, Türkiye prömiyerini, Suç ve Ceza Film Festivali’nde yaptı. Film, “İnsanları doğuştan cinsiyetlerine ve kastlarına göre ayrımcılığa uğratan bir sistem içinde adalet nasıl sağlanır?” sorusuna cevap arıyor. Ölen kocasının yerine polis memuru olarak işe giren Santosh ile meslekte katılaşmış kadın amiri Müfettiş Sharma, bir yandan yozlaşma ve mizojiniyle mücadele ediyor, bir yandan da Hindistan’ın kuzeyinde, kast sisteminin en altında yer aldıkları için sürekli istismar edilen Dalit toplumunda bir kız çocuğun öldürülmesi olayını araştırıyor. Türkiye’deki Narin Güran vakasını akla getiren “Santosh”, siyasi ve entelektüel açıdan sağlam bir polisiye olarak, İngiltere’nin Oscar adayı olarak yarışacak.
Film, cesedi bir kuyuya atılan bir genç kız üzerinden Hindistan’daki adalet sistemine, yozlaşmış polis teşkilatına ciddi ve etkileyici bir eleştiri getiriyor. Sefaletin hüküm sürdüğü perişan bir coğrafyada geçen konusuyla film, nüfuzlu kişileri dokunulmaz kılmak, suçu zavallı müdafaasız bir gence yıkmak peşindeki yozlaşmış adalet mekanizmasını sağlam bir toplumsal eleştiri ile gözlere seriyor. Film açılışını bir cenaze töreniyle yapıyor. Santosh’un iki yıllık genç polis kocası bir nümayişte kafasına isabet eden bir taşla ölmüştür. Kimsesi olmayan, kayınvalidesinin nefret ettiği Santosh, kocasının amirlerinden, polis dulu olarak kocası gibi polis olma hakkına sahip olduğunu öğrenir. Kalacak bir evi olmadığı için, kendisine bir maaş da getirecek bu görevi, hiçbir tecrübesi olmamasına rağmen kabul eder.
Deneyimli polis müfettişi Sharma’nın yanında ilk tecrübesini, ölü bulunan Devika adlı bir genç kız vakasını aydınlatma konusunda yaşar. Hayatını sürdürmek için tek şansının polis teşkilatına girmek olan bir dulun hikayesinde, cinayetin failini bulma konusunda Santosh’un iz sürmedeki başarısına tanık oluruz. Cep telefonu kayıtlarından Devika’nın çarşıda tanıştığı, peşini bırakmayan Selim adındaki bir delikanlıyı Santosh takibe alır. Bulduğu delilleri yeterli gören amirleri Selim’i falakaya yatırıp işkence yaparak itirafa zorlar. İç karartıcı işkence yöntemlerine katılmaya zorlanan Santosh, acımasız amirlerine benzer. Dayaktan ölen Selim ile soruşturmanın kapatıldığını öğrenen Santosh, vicdan azabıyla Devika’nın katledilmesi soruşturmasını sürdürür. Bulduğu yeni izler kendisini dokunulmazlık taşıyan bir grup zorba erkeğe götürür.
İnsana değer vermeyen polis teşkilatının asıl suçluyu gizlemek ve suçu zavallı bir gencin üzerine yıkmak için, kendisi gibi bir acemiyi kullandığı gerçeğine ulaşan Santosh, amiri müfettiş Sharma’ya sığınır. Yaşlı kadının da yozlaşmış bir mekanizmanın dişlilerinden bir olduğunu görünce radikal bir karar almak durumunda kalır. Santosh kullanılmış olmanın ayıbı karşısında, polislik mesleğindeki bir deneyimiyle yüzleşmek zorundadır. Tercihini filmin etkileyici ve sürprizli final bölümünde öğreniriz. Hint uyruklu, İngiltere doğumlu genç İngiliz yönetmen, senaryo yazarı, kurgucu Sandhya Suri bu üçüncü uzun metrajlı filminde, vicdan azabı, hedef çaptırmak, ayrımcılık, mizojini, çaresizlik, çıkışsızlık, yozlaşma gibi temaların hakkını veriyor.