3-12 Ekim tarihleri arasında gerçeklenen 24. FİLMEKİMİ Festivali 49 filmlik zengin programıyla bir sinema ziyafeti sundu. Bu yazımda Filmekimi’nde kaliteleriyle öne çıkan iki filme etraflı, on altı filme kısaca değineceğim.


"Baba, Anne, Kız Kardeş, Erkek Kardeş"

ALTIN ASLAN ÖDÜLLÜ FİLM
Amerikan Bağımsız Sinemasının tartışmasız ustası Jim Jarmusch 6 yıllık bir aradan sonra “Baba, Anne, Kız Kardeş, Erkek Kardeş / Father, Mother, Sister, Brother” ile son Venedik Festivali’nde Altın Aslan Ödülü’nün sahibi oldu. Bu son derece dokunaklı, zarif ayrıntılarla bezeli film, bir aile dramı. Yetişkin çocukları ve mesafeli ebeveynleri arasındaki ilişkileri ele alan film, her biri farklı ülkede geçen üç bölümden oluşuyor. “Baba” ABD’nin kuzeydoğusunda, “Anne” İrlanda’nın Dublin kentinde, “Kız Kardeş, Erkek Kardeş” Paris’te geçiyor. Film bir dizi karakter incelemesinden oluşuyor: Sessiz, gözlemsel ve yargısız bu komedinin melankolik bir tadı var. Jim Jarmusch’un “çok ince, 3 çiçek aranjmanı gibi tasarlanmış, komik ve hüzünlü sözleriyle tarif ettiği filmde yıllar sonra birbirlerinden uzaklaşan kardeşler bir araya geliyor. Çözülmemiş gerilimlerle yüzleşmek ve duygusal olarak uzak ebeveynleriyle gergin ilişkilerini yeniden değerlendirmek zorunda kaldıklarının bilincinde birleşiyorlar.



Jarmusch filmini “anti-aksiyon film” olarak tanımlamış; yani dramatik patlamalar yerine küçük ayrıntıların, sessiz anların birikimiyle duygusal yoğunluk yaratmayı amaçlamış. Birinci bölümde boşanmış oğul (Adam Driver) ile kız kardeşi (Mayim Bialik), yıllardır uzak oldukları babaları (Tom Waits) ile yüzleşmek için evine giderler. Sohbetler yüzeysel başlasa da arada gizli kırgınlıklar ve duygusal uzaklıklar kendini hissettirir. “Anne”de iki kız kardeş (Cate Blanchett ve Vicky Krieps) yazar annelerinin (Charlotte Rampling) evlerine gidip yılda bir tekrarlanan geleneksel bir çay içme ritüeline karışırlar. Aralarındaki mesafe ve yılların yükü görünür hale gelir. Bu iki bölümde iki yıl sonra bir araya gelen baba ve iki çocuğu, anne ile iki kızı konuşacak konu bulamamanın sıkıntısını yaşarlar. Buz gibi bir havanın estiği gergin atmosferde iletişimsizliğin, sevgisizliğin sıkıntıları yaşanır. “Kız Kardeş, Erkek Kardeş”de ikiz kardeşler ebeveynlerinin ölümünden sonra Paris’teki evlerine gelirler. Şimdiye kadar bilmedikleri miraslar, hatıralar, suskunluklar ve anılarla yüzleşirler. Film daha çok anlara, söylenmemişlere, bakışlara, sessizliklere odaklanan “azla çok şey uyandırma” anlayışıyla ilerliyor.



Yılın bu en nazik ve kaliteli filmlerinden birinde Jarmusch’un tanıdık temaları minimalist bir tarzla işleniyor. “Soğuk bir mizah ve gariplik” ile harmanlanan üç hikâye dokunaklı bir kırılma yaratıyor. İlk iki bölümdeki altı karakterin birbirlerinden bazı şeyleri sakladıklarını görüyoruz. Esprili bir aile portresi olarak tanımlanabilecek film, sıradan diyalogları eşliğinde iletişimsizlik, geçmişle yüzleşme, ailelerdeki kopuş, yalnızlık, dışlanmışlık gibi temaların hakkını veriyor. Deneyimli, ödüllü ustalardan oluşan filmin mükemmel oyuncu kadrosundan kusursuz performanslar izliyoruz. Ancak etkileyici olamayan, sönük üçüncü bölümüne rağmen, ağır temposuna ve çok az olay içermesine rağmen, sönük geçen Venedik Festivali’nde aldığı Büyük Ödülü hak ettiğini söylemek mümkün. Ancak bu sıradan Altın Aslan Ödülü 82. Venedik Festivali’nin çok sönük geçtiğini ispatlıyor.

BİLİMKURGU FANTEZİSİ “BUGONIA”
Yorgos Lanthimos’un bilimkurgu fantezisi “Bugonia”, tıpkı bir önceki filmi “Merhamet Hikâyeleri” gibi, yönetmenin filmografisindeki sönük yapıtlardan biri. Nitekim son Venedik Festivali’nden eli boş ayrıldı. “Bugonia” senaryosu Will Tracy tarafından yazılmış, 2003 yapımı G. Kore filmi “Save The Planet”in İngilizce remake’i bir absürt kara komedi.


"Bugonia"

Komplo takıntılı iki kuzen, zeki Teddy (Jesse Plemons) ve saf Don (Aidan Delbis) büyük bir şirketin CEO’su Michelle’i (Emma Stone) kaçırırlar. Onların inançlarına göre Michelle aslında bir uzaylıdır ve dünyayı yok etmeye niyetlidir. Film, komplo teorileri, çevresel felaket, yalnızlık, medyanın etkisi gibi güncel temaların hakkını verirken, “gerçeklik algısı”, “inanç ile şüphe arası sınırlar” gibi fiziksel alanlarıyla dikkati çekiyor. Film, ilaç ve kimya sanayi devleri tarafından pazarlanan ürünlerden zehirlenen, kobay olarak kullanılan insanların yaşadıklarına odaklanıyor. Teddy Michelle’in şirketinin ürettiği ilacın annesini bitkisel hayata mahkûm ettiğinden emindir. Teddy ekonomik çöküşlerden doğal afetlere kadar tüm sorunların sorumlusu olan Michelle yüzünden yaşandığından emindir.


"Bugonia"

Kaçırma planı, bu komplo teorisyenlerinin dünya görüşleri, internet kültürü, çevresel temalar ve izolasyon üzerinden şekillenir. Michelle, esaret süresince hem kaçmayı hem de onu esir edenleri ikna etmeyi dener. Şiddet, psikolojik baskı, absürtlük ve kurgu ile gerçeklik arasında gidip gelen bir atmosfer kurulur. Film, temelde inanç, paranoya, insan doğası, çevresel krize dair sembolik ve metaforik katmanlarla örülmüş bir yapı sunuyor. Başlıca gerilim ögesi “gerçek nedir?” sorusu ve karakterlerin kendi iç dünyalarında kırılmalarla bağlantılıdır. Ancak film aşırıya kaçan rahatsız edici sahnelerde, kan banyosunu andıran şiddet sahnelerinde sınır tanımayarak antipatik olabiliyor. Her ne kadar filmin bazı sahnelerinin yoğunluğunun izleyici için yorucu olsa da, film gerçek olaylardan esinlenmese de, ortalarında tempo düşüklüğü yaşansa da, dünyayı yok etmek isteyen “gizli istilacılara” inanan komplo meraklılarıyla ilgi çekiyor. Kurmaca olsa da film karanlık öyküsüyle her şeye sürreel bir dokunuş katan renkli bir görselliğe sahip.

Lanthimos’un vizyoner nihilist çizgisinin izlerinin güçlü bir şekilde yer aldığı filmde “insan kaçırma” gerilimi toplumsal alt tonlarla başarılı bir şekilde birleştirilmiş. Hikâyenin absürtlüğünü, karakterlerin deliliği ve şiddet sahneleriyle dengeleyen filmde rahatsız edici ve uygunsuz ögeler öne çıkıyor. Komedi-gerilim karışımı bir tonla başlayan film, karakterlerin motivasyonlarını, dünya görüşlerini ve psikolojilerini vurguluyor. İnsan doğasının bencilliğini eleştiren bu yeniden çevrim filminde, Lanthimos’un kendine has yorumunu başarıyla etkilediği görülüyor. Yönetmenin fetiş oyuncusu Emma Stone ile yeni buluşmasındaki iş birliğinin farklı bir ivme kazandırdığı filmde absürt, rahatsız edici, karanlık atmosfer kendini belli ediyor. Film boyunca mizah ve sertlik arasında gidip gelen yapısı, izleyicisi düşünmeye davet ediyor. Lanthimos ile “Zavallılar”, “Sarayın Gözdesi”, “Merhamet Hikâyeleri” filmlerinde çalışan, bunların ilk ikisiyle Oscar’a aday gösterilen, İskoçyalı görüntü yönetmeni Robbie Ryan ve yönetmenin fetiş kurgucusu Yorgos Mavropsaridis, “Bugonia”da ustalık gösterisinde bulunuyorlar. Bu son Yunan sanatçı, Lanthimos’a “Köpek Dişi”, “Kinetta” gibi şöhret sağlayan ilk filmlerinden beri birlikteliğini sürdürüyor.



Lanthimos sadık İngiliz besteci-müzisyen, “Zavallılar” ile Oscar adayı olan Jerskin Fendrix ile iş birliğini sürdürdüğü filmin üç müthiş oyuncusu var. Başroldeki Jesse Plemons kendisini Cannes’da En İyi Erkek Oyuncu yapan “Merhamet Hikâyeleri”nden sonra Yunanlı yönetmenle çalıştığı ikinci filminde komplo teorilerine meraklı, kararlı, çılgın, takıntılı manyak Teddy’de kariyerinin en parlak performansıyla övgüyü hak ediyor. Senaryoda daha az rolü olduğu için perdede Plemons’tan az yer alan Emma Stone, Lanthimos ile bu beşinci buluşmasında Hollywood’un en yetenekli aktrislerinden biri olduğunu bir kez daha kanıtlıyor. İki Oscar Ödülü’nden birini Lanthimos’un “Zavallılar”ıyla kazanan Stone’un teslimiyet ile direniş arasında gidip gelen performansı göz kamaştırıyor. Bu film için saçını kazıtan aktris, fiziksel görünümünü değiştiren sahnelerde ekranda parlıyor. Otizm spektrum bozukluğu olan Don rolündeki Aidan Delbis, ilk uzun metrajlı filminde Stone ve Plemons gibi iki ustanın yanında ezilmiyor, yalnızlık çeken, tek arkadaşı Teddy olan ezik kuzen rolünün hakkını veriyor.

CANNES’IN GÖZDE FİLMLERİ
Mayıs ayında Cannes’dan Altın Palmiye Ödülü ile ayrılan “Görünmez Kaza” ile Jafar Panahi yasakları hiçe sayıp ülkesi İran’ı eleştiren filmleri çekmeye devam edeceğini gösterdi. Baskı, rüşvet, bürokratik yozlaşma konularında rejimi eleştiren film, izleyiciyi diktatörlük konusunda düşünmeye davet ediyor. Bu festivalin ikincilik ödülünü kazanan, Joachim Trier’in duygusal “Manevi Değer”i, terk ettiği ailesiyle sorun yaşayan bir babanın psikolojisini inceliyor. Bence yılın en iyi 3-4 filminden biri olan filmde, Trier tüm karakterlerine eşit mesafede durmasıyla takdir topluyor. Sinemada 2025’in en ilginç keşiflerinden, Oliver Laxe’ın Jüri Ödülü sahibi “Sırat”ı izleyicisini apokaliptik bir çöl yolculuğuna götürüyor. Cannes’ın çifte ödüllü tek filmi “Gizli Ajan” Kleber Mendonça Filho’ya En İyi Mizansen, Wagner Moura’ya En İyi Erkek Oyuncu Ödüllerini getirdi. Film 1977’de Brezilya’nın askeri diktatörlük rejiminde muhalif bir üniversite profesörü politikacıyı izliyor.

Cannes’ın “çifte Altın Palmiye Ödüllü yönetmenleri” arasındaki Dardenne Kardeşler “Genç Anneler” ile En İyi Senaryo Ödülü ile Belçika’ya döndüler. Film, genç yaşta anne olan, yoksul kadınları kaldığı bir sığınma evinde doğum yapan beş kadına odaklanıyor. Hafsia Herzi’nin “Kız Kardeş”i genç Nadia Melliti’yi Cannes’da En İyi Kadın Oyuncu yaptı. Film kadınlara ilgisini keşfeden eşcinsel bir genç kızın Müslüman kimliğini sorgulamasını anlatıyor. Jüri Ödülü’nü “Sırat” ile paylaşan Mascha Schilinski’nin “Düşüşün Tınısı” filmi Almanya’da bir çiftlikte yaşayan, dört farklı kuşaktan dört genç kadının yüzyıllık bir zaman dilimindeki yaşamlarını otopsi masasına yatırıyor. Cannes’ın Belirli Bir Bakış bölümünde En İyi Yönetmen Ödülünü “Bir Zamanlar Gazze” ile kazanan Arab ve Tarzan Nasser kardeşler, Hamas’ın Gazze üzerinde kontrolü sıklaşırken gerçekleşen bir cinayetin izini sürüyor. Cannes’da yarışma dışı gösterilen Kirill Serebrennikov’un “Josef Mengele’nin Kayboluşu” “Ölüm Meleği” unvanıyla tanınan eski SS doktoru Mengele’nin sığındığı Güney Amerika’daki kaçış öyküsünü anlatıyor. Tarih dersi niteliğindeki film, tarihin en ünlü seri katillerinden birinin, uzun yıllar hiç yakalanmadan Nazi avcılarından kaçışını perdeye taşıyor.

2021’de “Titane” ile Altın Palmiye Ödülü kazanan Julia Ducournau “Alpha” ile Cannes’dan eli boş ayrıldı. Konusu AIDS salgınının travmasının yaşandığı dönemde geçen film, iki kayıp ruhla uğraşmak ve çözüm bulmak zorunda olan bir hemşirenin dramını anlatıyor. İranlı Saeed Roustayi “Ceza”da baskı altında yaşayan kadınların yazgısına odaklanıp çaresiz bir annenin verdiği savaşı anlatıyor. Film, modern İran toplumundaki kadınların karşılaştığı toplumsal ve aile içi baskılar altında ezilen bir yapıyı çarpıcı ve sert bir dille eleştiriyor. Sergey Loznitsa “İki Savcı”da Stalin’in Büyük Temizlik dönemimde, genç ve idealist bir savcının suçsuz mahkûmların haklarını arama mücadelesini odağına alıyor. Oliver Hermanus “Sesin Hikâyesi”nde biri şarkıcı diğeri akademisyen müzikolog olan iki erkeğin 60 yıla yayılan aşk öyküsünü anlatıyor. Bu duygusal ve ilginç filmde müzik başrol oyuncuları arasında.

Amerikalı Richard Linklater’in Fransız Yeni Dalga Akımına saygı duruşunda bulunduğu, “sinemaya aşk mektubu niteliğindeki filmi “Yeni Dalga”yı geçen sayımızda etraflı olarak incelemiştim. Sinemaseverler, programın bu en kaliteli 3-5 filminden birini izleme fırsatını Filmekimi sayesinde yakaladılar. Mısır doğumlu İsveçli Tarık Saleh “Cumhuriyetin Kartalları” ile “Kahire Üçlemesi”ni tamamladı. Film ünlü bir aktörün Cumhurbaşkanı Sisi’nin başarılarını anlatan bir propaganda filminde, kerhen de olsa rol almasıyla yazgısının değiştiğini anlatıyor.