Osmanlı’nın 300’den fazla eserinde imzası bulunan, bugün Osmanlı Mimarisi adını verebildiğimiz yapıların mimarı Sinan kimdir?



KENTİN İZİ

Mimar Sinan

Şaheserlerinden Süleymaniye Camii’nin hemen arkasında Müftülük binasına doğru yürüdüğümüzde Mimar Sinan’ın sade ve mütevazı türbesi karşımıza çıkar. Peki, Osmanlı’nın 300’den fazla eserinde imzası bulunan, bugün Osmanlı Mimarisi adını verebildiğimiz yapıların mimarı Sinan kimdir?

1490 yılında Karaman’da doğmuş, muhtemelen Ermeni gelip, devşirme olarak Yeniçeri ocağına alınan başarılı bir askerdir. 1538 yılında Osmanlı’daki o dönem mimar eksikliği nedeniyle, ileri yaşta kendisine baş mimarlık teklif edilmiştir. O zamana kadar Sinan, Kanuni ile dört sefere çıkmıştır. İstanbul’daki ilk önemli eseri, baş mimarlıktan bir yıl sonra inşa ettiği Haseki Hürrem Camii ve Külliyesi’dir. Süleymaniye Camii ise 1550-1557 yılları arasında yapılmıştır. Sinan, Kanuni’den de uzun yaşayarak hem II. Selim hem de III. Murat zamanında imparatorluğa birbirinden güzel eserler vermeye devam etmiştir. Yanında kalfalık yapan Mehmet Ağa ve Davut Ağa da, sonraları Sinan’ın geleneğini devam ettirmişlerdir. Sinan’ı bu kadar ilginç yapan bir diğer unsur ise, bu kadar fazla sayıda eser veren bir mimarın kendini çok az tekrarlamasıdır. Asıl şaheseri 8 payandalı Edirne Selimiye Camii’ni tamamladığında Sinan 80 yaşını geçmişti. Anıtsal eserlerinde, bir yandan Ayasofya’yı geçme gayesi devam etse de, Ayasofya’nın mimari üslubu ve eşsizliği Sinan’a baştan beri yol göstermiştir. İşte bu sebeple de Mimar Sinan’ın İstanbul’unu incelerken Ayasofya’dan, hatta ondan da öte Hipodrom’dan söz edebiliriz. At meydanındaki Theodosius sütunu bizlere dört ayak üzerinde durmanın ilk örneklerinden birini gösterir. Mimar Sinan gerek Ayasofya’ya yaptığı eklentilerle, gerekse de Ayasofya’yı model alıp bu mimariyi geliştirmesi ile Osmanlı Mimarisi’ne damga vuran, çağının ötesinde çalışmalara imza atan en önemli mimarımızdır.

Sembollerin Ayasofya’sı (Megale Ekklesia)

Anadolu’daki tüm eserleri kefenin bir yanına koysak, diğer yanına da Ayasofya’yı koysak, Ayasofya her daim ağır basar. Çünkü Ayasofya yalnızca kendine benzeyen şehir İstanbul’un en önemli mabedi, manada, hacimde ve görkemde dünyanın halen en zengin eseridir. Şüphesiz Ayasofya’yı bu denli görkemli yapan en önemli unsur hem bazilikanın, hem merkezi planın, bunun da ötesinde birçok mimari üslubun o dönemde bir arada kullanılmasıydı. Ayasofya her anlamda simge demektir. İnsanoğluna itibarının geri verildiği en önemli yapıdır. İşte bu yüzden Ayasofya’yı anlatırken klasik bir mimari anlatımı veya tarih anlatımı değil, mitolojiden, ezoterizme birçok alandan aynı anda söz etmek gerekir. Hem konumuz hem de zamanımız gereği sizlere bu eşsiz eserdeki birkaç ipucunu verip eğer halen gezmediyseniz heyecanlandırmak adına Ayasofya’ya davet edeceğiz.

Bu büyük anıtın bulunduğu yerde daha önce aynı adı taşıyan iki kilise yapılmış ama bunlar çeşitli nedenlerle yok olmuştu. Onların bazı kalıntılarını bahçede görebilmek mümkündür. Iustinianos, siyasi Roma İmparatorluğu’nu yeniden bir araya getirme amacıyla generali Belisariuos’u İtalya ve Kuzey Afrika’ya yollarken, bu iddialı planlarına uygun bir biçimde başkentinde o zamana dek görülmemiş büyüklükte bir kilise yaptırmaya girişti. Matematikçi Tralles’li Anthemius ve Miletus’lu geometri bilgini Isidoros’u kilisenin mimarları olarak görevlendirildi.

Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u aldıktan sonra Bellini’ye portresini çizdirirken, bir anlamda da Ayasofya’nın yeni mirasçısı olarak tüm dünyaya, iki deniz ve üç kıtanın hâkimiyim mesajını vermekteydi. Nitekim Fatih Sultan Mehmet Ayasofya’yı bir camiye dönüştürürken mekânın ismini değiştirmemiş ve en kutsal cami olarak kabul edilmiştir. Nasıl ki, Iustinianos Ayasofya’ya adımını attığı anda, “Seni geçtim Süleyman!” dediğinde Kudüs’teki Kutsal Süleyman Mabedi’ni sembolize ederken, Fatih Sultan Mehmet de Troya Savaşı’nı kastederek, “Hektor’un öcünü aldım!” demiştir.

Ayasofya’yı kendi camii olarak kabul eden asıl padişah ise II. Selim’dir. Mimar Sinan’ı Ayasofya’yı incelemekle görevlendirmiş, o dönemde Ayasofya’ya bitişik evler yıkılıp yapı sağlamlaştırılmıştır. Klasik Osmanlı mimarisinin Ayasofya’dan esinlenmesi birçok tartışmayı da bir araya getirmiştir. Batı, Osmanlı’yı sadece kopyalamakla suçlarken, Osmanlı ise bir süre bunun, bir Selçuklu etkisi olduğunu iddia etmiştir.

Ayasofya’nın içindeki birçok sembol içinden en dikkat çekenleri ise şöyledir:

Bazilikal planın anlamı fesleğenden gelmesi ve fesleğenin ise, Hz. İsa çarmıha gerildiğinde orada çıkan ot olmasındandır. Ayasofya’da diğer kiliselerden farklı olarak iki dış narteks olması ise yapıyı güçlendirmek içindir. Tarihte ilk klasik haç formatının ortaya çıktığı yer de Ayasofya’dır. Dış narteks Prometheus İsa’yı temsil ederken, bu bölümde görülen büyük vaftiz tekneleri, ilk Hristiyanların yetişkin olarak vaftiz edildiğini gösterir. Roma imparatorları bir yılda 17 kez Ayasofya’ya gelir ve her gelişlerinde de taçlarını çıkarıp bir hediye verirlerdi. Çok tanrılı dönemdeki Zeus heykelinin yerini Ayasofya’da İsa betimlemeleri almış ancak özellikle üst galerideki ikonlardan Deisis sahnesinde, halen çok tanrılı dönemin etkileri görülmektedir.

Roma mimarisi düşüncede, Osmanlı mimarisi ise uygulamada özgürdür. Bu nedenle kiliselerde güzellik ve üslup ön planda iken, camilerde ise o mekâna işlevsellik katması önemlidir. Bu yüzden de, tıpkı giriş kapısının hemen üzerinde yer alan Süleyman Mabedi betimlemesi gibi her dönem Ayasofya’nın içine simgeler yerleştirilmiştir. Ayasofya’da Nuh’un gemisi parçalarının kullanıldığı, Hz. Muhammed’in tükürüğünün Ayasofya’nın harcı olduğu veya Ağlayan Sütun’un yine Justinianus’a iyi gelen melek olduğu gibi tabirler bu simgeselliğin farklı dinlerde yorumlamalarıdır. Ayasofya’nın zemininde görülen 4 şerit, 4 kutsal ırmak ve tüm zemin de, cennet bahçesini simgeler.

Süleymaniye Külliyesi

Süleymaniye, Ayasofya’ya erişmek ve belki de onu aşmak üzere yapılmış bir girişimdir. Birçok kaynakta, Sultan Kanuni Sultan Süleyman’ın önceleri kendisine cami olarak Şehzade Camii’ni seçtiğini, ancak sefer sonrası genç yaşta ölen oğlu Mehmet’in anısına bu eseri ona bıraktığını yazar. Zaten, Süleymaniye’nin İstanbul’un diğer yedi tepesini kaplayan Sultan Camiileri yanında biraz sapa kalması da bunun bir göstergesidir. Süleymaniye’ye her ne kadar Mimar Sinan, ‘kalfalık eserim’ dese de, birçok ayrıntının ustaca kullanılmış olması, doğu-batı ekseninde iki yarım kubbe ve kuzey ve güneydeki iki büyük kemerle planı Ayasofya’ya benzetmesi ise başlı başına bir şaheserdir. Kemerli duvarların Ayasofya’daki zayıflığı gözlemlenerek, destek büyük ölçüde yarım kubbelere ve az miktarda da payandalara verilerek Ayasofya’daki birçok hata burada çözülmüştür. Tıpkı Ayasofya’da olduğu gibi bu camide de kullanılan mermer sütunlar, bütün ülke taranarak çeşitli illerden getirtilmiştir. İran Şah’ının, Sultan Süleyman’la alay edercesine cami yapımında kullanılmak üzere altın göndermesi, caminin inşasının uzun sürmesinden dolayı yaşanan sıkıntılar ve Süleyman’ın kızıp altını eriterek minarelerden birinin harcına koyması gibi olaylar gerçekten uzak olsa da camiye anlam katan efsanelerdir. Hürrem Sultan’ın, yaptığı yardımlardan dolayı İran Şahı’nın eşine teşekkür eden mektupları arşivlerde mevcuttur. Kandillerin isinin belirli noktalarda hesaplamalarla toplanması, kubbe kavislerinin birbirinin üzerinde estetik bir şekilde aşağı doğru devam edişi, iç mekândaki genişlik duygusu, mekânı kusursuz kılan özelliklerden sadece birkaçıdır. Toplam 10 şerife sayısı Süleyman’ın 10. padişah oluşunu, 4 minare ise İstanbul’da hüküm süren 4. padişah olmasını simgeler. Mimar Sinan, minareleri aynı boyda inşa etmeyerek hem denizden bakıldığında muhteşem bir estetik, hem de bir piramit etkisi yaratmıştır. Şüphesiz Süleymaniye Külliyesi darüşşifası, imareti, tıp medresesi, sani medresesi, sıbyan mektebi, Kanuni Sultan Süleyman ve Hürrem Sultan’ın türbesi, türbeleri, darülhadisi, hamamı ile Sinan’ın mimari üslubunu en belirgin gösteren şaheserlerden biridir.

Mimar Sinan’ın en önemli işlerinden biri olan İstanbul’un suyollarının belirlenmesi ve getirilmesi, o zamanlar 50 milyon kuruşa mal olmuşken, Süleymaniye Külliyesi’ne 55 milyon kuruş harcanması bile bu esere ne denli önem verildiğinin kanıtıdır.

99 yaşında hayata gözlerini yuman Mimar Sinan, çağının Euclides’i olarak anılırdı. Nitekim gençliğinde ustası Marangoz Neccar’ın yanında yetişen ve geometriyi en iyi şekilde kullanan Sinan’ın türbesinde, minik bile olsa bir kubbenin bulunması, onun, padişahların yanında ne kadar prestijli olduğunu göstermektedir.

Hem Ayasofya’yı, hem de Süleymaniye ve Mimar Sinan’ın diğer tüm eserlerini günlerce konuşmak, incelemek mümkündür. Dileriz sizler de yaşadığınız şehrin ne denli gizemli eserler barındırdığının bilincinde, İstanbul tükenmeden “Mimar Sinan’ın İstanbul’u” turlarımızdan birine katılır ve bu eşsiz eserleri uzman rehber ve sanat tarihçilerimizin anlatımları ile yeniden keşfedersiniz.

www.avrtur.com  - istanbultukenmeden