Auschwitz’i düşünürken geçmişten çok geleceği düşünüyorum.”
Wolfdietrich Schnurre (1920 - 1986) 1939 yılında savaşı suç işlemekle eşdeğer gören, savaşa tamamen karşı olan bir gençtir. II. Dünya Savaşında Alman ordusuna katılmak zorunda bırakılınca, savaşın sıcak cephelerinde geçirdiği altı yılda birkaç kez askerden kaçar; ancak her defasında yakalanarak cezalandırılır. Schnurre, savaş bittiğinde “suçunu unutmamak” için “çare”nin yazmak olduğunu düşünür. Yazmak bir çaredir, ama yaşananları nasıl bir dilde anlatabilecektir? “1945’ten Sonra Yazmak” adlı denemesinde bu sorusuna cevap arar:
“(…) Okuyucu savaştan sonra Goethe’nin ‘Gönül Yakınlıkları’nı değil Camus’nün ‘Yabancı’sını ya da Hemingway’in hikâyelerini okumayı tercih ediyordu. Bu tercih, okuyucunun Goethe’yi beğenmediğini değil; okuyucunun neye ihtiyaç duyduğunu gösteriyordu.
Yazmaya gelince… Dile duyulan güvensizlik aşılır gibi değildi. Önce dil yoldan çıkmış, kandırılmıştı; dil sadece askerin orospusu değil, aynı zamanda Nazilerin propagandacısı da olmuştu. Bu hainle iş yapmak, bu hainle işi olmak, çok zor bir durumdu. Bu yüzden yazar genelde kendini işin sadece aslıyla sınırlıyordu (…); budanmış gibiydi. (…) Yazısına kattığından daha fazla sözcüğü yazısından atıyordu. Yazısını adeta silkeliyordu. (…)”
Wolfdietrich Schnurre bu endişelerinde yalnız değildir… Imre Kertesz de 1960 yılında Budapeşte şehrinin Török sokağında, eşiyle birlikte yaşadığı, tek odalı, 28 metrekarelik evinin yazı masasının başına oturduğunda, Auschwitz’i, Buchenwald’ı, Zeitz’ı, inşasında çalıştırıldığı Brabag kömür yakıt tesislerini, savaş bitiminde geri döndüğü Budapeşte’yi nasıl bir dil ile anlatabileceğini tam olarak kestirememektedir. Her ne kadar savaşın bitiminden o güne kadar savaş yıllarında deneyimlediklerini yazıya dökmeyi hiç düşünmemiş olsa da, masasının başında, nasıl olması gerektiği konusunda uzun süre kararsız kaldığı bir dil ile, yazımı 13 yıl sürecek ve ona 2002 Nobel Edebiyat Ödülünü getirecek olan ilk romanı “Kadersizlik” (“Sorstalansag”)’in ilk cümlelerini yazmak üzere, kalemi elinde, düşünmektedir. Nasıl bir dil ile deneyimlerini ifade edebilecektir?
9 Kasım 1929’da fakir bir Yahudi ailenin tek çocuğu olarak Budapeşte’de dünyaya gelen, 1944 yılında, 15 yaşında, bir otobüsten indirilerek Auschwitz’e sürülen ve bir yıl sonra, Buchenwald kampından müttefikler tarafından kurtarılıp Budapeşte’ye dönen Imre Kertesz, nasıl olmuş da savaşın bitiminden 15 yıl sonra birdenbire tanıklıklarını kaleme almaya karar vermiştir?
Liseyi savaştan sonra bitirmiş, 1948 yılından itibaren bir gazetede - gazete 1951 yılında Komünist Parti’nin görüşüne hizmet etmeye başlayıncaya kadar - çalışmış ve daha sonra para kazanmak için serbest bir yazar olarak bir arkadaşının ona sağladığı operetlerin librettolarını ve bulvar komedilerinin diyaloglarını yazmıştır. Friedrich Nietzsche, Sigmund Freud, Hugo von Hofmannsthal, Joseph Roth, Arthur Schnitzler, Ludwig Wittgenstein, Thomas Bernhard ve Elias Canetti’nin eserlerini Almancadan Macarca’ya çevirirken Alman edebiyatı ve felsefesinin cazibesine kapılmış, bir Auschwitz kurtulanı olmasına rağmen bu hayranlığını gizlemeye hiç gerek duymamıştır. Kertesz nasıl olmuş da o güne kadar Auschwitz’de yaşadıklarını sağda solda askerlik anısı gibi anlatırken birden Auschwitz’i konu edinen bir romanın yazarı olmak istemiştir?
“1955 yılında bir bahar günü -daha sonra “Fiyasko” adlı romanımda da anlattığım gibi- bir aydınlanma anı yaşadım. Macaristan’da trenlerin neden çok sık geciktiği konusunda bir yazı için gereken araştırma sırasında benden başka kimsenin bulunmadığı bir salonda beklemekteydim. Birden yan koridordan, görmediğim, ama bana doğru gelmekte olduğunu anladığım birinin adımlarını duydum. Garip bir heyecana kapıldım. Her ne kadar bu adımlar bir tek kişinin adımları olsa da benim kulaklarımda o adımlar çoğaldı, çoğaldı ve büyük bir kalabalığın adımlarına dönüştü. Aniden bu üstüme doğru gelmekte olduğunu sandığım kalabalığın beni kendi içine çekme gücünü hissettim ve bundan etkilenmemek için duvara yaslanma arzusu duydum. Bir anda bir gerçeğin farkına varmıştım: O güne kadar kendimi kalabalıkların içinde kaybetmenin cazibesi içinde, kendi benliğimi kalabalıklara terk etmiştim. O güne kadar yaptıklarımın yanlış ve gülünç olduğunu bir anda anladım. Auschwitz’den kurtulmuş, tarihin en akla sığmaz deneyimini yaşamış olmama rağmen hiç bir şey olmamış gibi yaşamaktaydım. O anda karar verdim, deneyimimi bir roman olarak yazacaktım.”
İşte bu aydınlanma anı, Imre Kertesz’i evindeki yazı masasının başına oturtur; bu aydınlanma anı yazar olmayı aklından bile geçirmeyen, sadece içinde yazma arzusu duyan bu adamı tutkuyla yazacağı romana bağlar. Karar vermiştir; Auschwitz’de, Buchenwald’da elinden alınan yaşamını, kişiliğini, kaderini bu romanı yazarak geri alacaktır. Ancak Auschwitz ve Buchenwald’da yaşadıklarını ne tür bir dil ile anlatabileceğini bilememektedir.
Kertesz çocukluğundan beri totaliter rejimlerde yaşamakta olan biridir. Önce Nasyonal Sosyalizm’in, sonra Stalin diktatoryasının, 1956 yılındaki ayaklanmadan beri de János Kádár’ın komünist rejiminin baskısı altında; totaliter rejimlerin düşmansı, insanın hür düşünce yapısına yabancı düşünsel dünyalarında doğal olarak hiç bir edebi bilinç geliştirememiştir. Zaten öyle bir bilinç, yaşadığı coğrafyada tamamen gereksiz bir yetidir.
“Yazmak benim için hep özel yaşamımın bir parçası oldu; çok ciddiye aldığım bir parçası… Oysa yaşadığım yerde ciddiyet gülünç bir kavramdı; ben sadece yalanların ciddiye alındığı bir rejimde yaşıyordum. Orada felsefi iddia, dünyanın bizlerden bağımsız, objektif bir gerçek olduğuydu. Ama bir gün ben tek bir gerçeğin var olduğunun farkına vardım. Bu gerçek, ‘ben’dim… Bu gerçek, benim yaşamımdı… Bana belirli bir süre için hediye edilmiş, ama bilinmeyen, yabancı güçler tarafından el konulmuş, devletleştirilmiş, ne olacağı bu güçlerce belirlenmiş ve sürgülenmiş, kırılgan yaşamımdı. Bu gerçek, benim tarih denen o canavardan geri almam gereken yaşamımdı, zira yaşamım sadece bana aitti.”
Kertesz yaşamını yazı yazarak geri almaya karar vermiştir. Önce Auschwitz’i anlatabileceği bir dil türü, bir de anlatım şekli bulmalıdır. “Auschwitz, Buchenwald veya Zeitz hiç var olmamış, dünya baş aşağı dönmemiş gibi” alışılagelmiş dilde yazması mümkün değildir.
Uzun çabalardan sonra birçok otobiyografik öge taşıyan “Kadersizlik” (“Sorstalansag”) romanını, kendi yarattığı bir “Post-Auschwitz dili”yle, kendi deyimiyle “atonal dil”de yazmaya karar verir. Kertesz bu terimi, atonal müziğin yaratıcısı Arnold Schönberg’den alıntıladığını söyler. Eğer atonal müzik bestelemek, belirli bir tonaliteye bağlı kalmadan, tonalite kurallarını yok sayarak, alışılmış klasik müzik dinleyicisinin anlamakta güçlük çekebileceği, kulağına yabancı, tırmalayıcı, bazen de benliğini sarsan ezgiler yaratmaksa; atonal bir dilde yazmak da, belirli anlatım kurallarına bağlı kalmadan, II. Dünya Savaşına kadar var olduğu sanılan değer yargılarını yok sayarak, okuyucunun anlamakta güçlük çekebileceği, o güne kadar ona öğretilmiş algılamalara yabancı, bazen de benliğini sarsan yazılar yazmaktır.
Kertesz anlatım dilini bulmuş, bu arada ne anlatacağına da karar vermiştir. Konusu Auschwitz’miş gibi gözükse de, o çocukluğundan beri baskısı altında yaşamakta olduğu totaliter rejimlerin yarattığı insanları anlatacaktır. Baskı altında yaşayan insanların ortak bir özelliği vardır: O insanlar yaşamaya devam edebilmek, yaşanılamaz bir hayatı yaşanabilir hale getirebilmek için çocuksu bir bilinçsizlik ve umarsızlık içinde her şeyi adım adım, başlarına geldikçe yaşarlar… Onlar Kertesz’in deyimiyle “işlevsel (fonksiyonel)” insanlardır. Yaşamaya kodlanmış, yaşayabilmek için algılarını farklılaştırmış insanlar… Kertesz Auschwitz örneğinde onları anlatacaktır. “Kadersizlik” romanının 15 yaşındaki ben anlatıcısı György Köves işte onlardan biridir. İşlevsel bir insan! Auschwitz, Buchenwald, Zeitz kamplarında yaşadığı her şeyi adım adım, önüne çıktıkça, her şeyi olduğu gibi, belirli bir kalıba uydurmaya çalışmadan, hiç bir yorum yapmadan, önyargısız, resim çeker gibi, karamsarlığa kapılmadan ve zaman çizgisi üzerinde hiç bir zaman parçasını atlamadan, tüm deneyimlediklerini, alışılagelmiş şikâyet ve isyan duygularını bir yana bırakarak, okuyucuyu sarsan bir dilde, atonal dilde anlatacaktır…
Kertesz, 15 yaşındaki Macar Yahudisi György Köves’in 1944 yılında babasını çalışma kampına yolcu etmesiyle başlayan “Kadersizlik” romanını toplam 13 yılda yazar. Aslında romanından çok önce yazdığı “Ben, Cellat” adlı kısa öyküsünde romanının düşünsel tabanını oluşturmuştur, zira bu öyküsünde Kertesz, totaliter bir rejimde kendi arzusuna karşın cellat görevi yüklenmiş birinin de çarkın bir parçası olduğunu, baskıcı rejimlerde kurban ile celladın birbirlerinin yerine geçebileceğini, ikisinin de “kadersiz” olduğunu, ikisinin de kişiliklerini kaybettiğini anlatmıştır.
Kertesz anlatım dilini, anlatacağı konuyu bulmuş olmasına rağmen romanını yazmaya başlayabilmek için bir sorunu daha çözmelidir: Auschwitz’de yok edilmiş ve bu yüzden aslında var olmayan biri olarak bir roman anlatıcısı olması mümkün değildir. Kişiliği, kaderi yok edilmiş biri “yok”tur, bu yüzden de değil roman anlatıcısı, hiçbir şey olamaz. Roman anlatıcısı olamayacaksa romanını nasıl yazacaktır? Kertesz çareyi György Köves’in kendini kendi gözünden değil, cellatların gözünden anlattırtmakta bulur, onu olaylara akılcı yaklaşmaya zorlar. Köves bir şekilde kendisinin yok edilmesi gerektiğinin “doğal” olduğunu anlamaya çalışacaktır.
1973 yılında, Kertesz’in “Kadersizlik” romanını bitirdiği günlerde, Macaristan’da, János Kádár’ın Gulaş Komünizmi’nde, devletin sadece iki yayınevi vardır. Bir tanesi, Kertesz’in kötü niyetli bir Yahudi düşmanı, romanının ise kötü yazılmış bir roman olduğunu ileri sürerek kitabı basmayı reddedecek; ikincisi ise 1975 yılında kitabı basacak, ancak kitap çok kısa zamanda koliler içinde depolara kaldırılarak raflardan yok olacaktır.
Roman her ne kadar 1985 yılında ikinci basımıyla önemsenmeye başlasa da, “Kadersizlik”, demir perde ülkelerinin yıkılmasının ardından, ancak 1996 yılında, Almanya’da ikinci kez, bu kez Christina Viraghs’ın çevirisiyle basılmasından sonra çok ses getirir.
Auschwitz’e karşı kendi varlığını geri kazanmak ve koruyabilmek için her gün yazı yazan, şartlar ne olursa olsun, bir tek gününü bile yazı yazmadan geçirmeyen Kertesz, “Kadersizlik” dışında daha birçok eser yazar. Doğmayacak Çocuk İçin Dua, Fiyasko, Tasfiye, Polisiye Bir Öykü, Dosya K. ve birkaç günlük bunlardan bazılarıdır.
Kertesz “Kadersizlik” romanıyla kazandığı Nobel Edebiyat Ödülünü almak üzere uçağa bindiğinde, kendini, birdenbire tüm dünya tarafından okunan yazardan çok, bakışlarını devamlı ensesinde hissettiği gözlemcide bulduğunu fark eder.
Stokholm Konser Salonunda düzenlenen ödül töreninde İsveç Kralı’nın elinden ödülünü aldıktan sonra yaptığı konuşmada kendini ve yazın serüvenini çarpıcı bir biçimde anlatır.
O, yorgun düşmüş, gerilemiş, nispi olarak ılımlı sayılabilecek bir diktatörlük rejiminde bir yazar olarak hürriyetin keyfini çıkarmış biridir. Savaş sonrasında yaşadığı Budapeşte’de her sabah içine uyandığı iğrenme duygusu ve içinde kavrulduğu ruh hali onu kalkar kalkmaz, yaratmak istediği dünyaya, yazıya itmiş, o da Auschwitz’de elinden alınmış kişiliğini geri kazanma savaşını, yazarak sürdürmüştür. Totaliter Kádár rejiminde yaşarken başka bir totaliter rejimde yaşananları, Auschwitz’i, Buchenwald’ı, aynı yaşamın kendi gibi, zamanı kesintiye uğratmadan, oralarda tüm yaşananları kaleme almış, Auschwitz’i, Buchenwald’ı umudu, gülen güzel kadınları, gülümsemeleri, şakalaşmaları hatta zaman zaman duyulan garip mutluluğu atlamadan anlatmıştır.
“Edebiyat ve edebiyat kavramına bağlı olan ruh ve fikirlerden beni bir çizgi ayırıyor, ötesine geçemediğim bir çizgi… Bu çizginin adı Auschwitz (...) Bir yazar Auschwitz’i konu edinecekse, çok iyi bilmelidir ki, Auschwitz, -en azından belirli bir anlamda- edebiyatı yok etmiştir. Auschwitz hakkında ancak siyah bir roman yazılabilir, yani Auschwitz’de başlayan ve bugüne kadar süregelen, ucuz, bir dizi-roman. Şunu demek istiyorum: Auschwitz’den bugüne Auschwitz’i imkânsız kılacak, Auschwitz’i engelleyebilecek hiç bir şey yapılmadı. Auschwitz bu yüzden benim yazılarımda asla geçmiş zaman olamaz.
Beni bazen yererek bazen de överek bir Holokost yazarı olarak tanımlıyorlar. (…) Bugün hangi yazar Holokost yazarı değil ki? Savaştan sonraki Avrupa sanatına hâkim olan kırılmışlık ve çaresizlik duygusunu fark etmek için sanatçının Holokost’u konu olarak seçmiş olmasına gerek yok. Hatta daha da ileri giderek diyebilirim ki, kâbuslarla dolu bir geceden sonra yıkılmış ve çaresiz bir halde etrafına bakınan birinin duygusunu taşımayan, bana bu yıkılmışlığı duyumsatmayan iyi ve özgün addedilebilecek hiç bir sanat eseri tanımıyorum.
Holokost’u asla Almanlarla Yahudiler arasında halledilebilecek bir çatışma, acılı Yahudi tarihinin yeni bir bölümü, tarihin bir kerelik bir yoldan çıkmışlığı, boyutu büyümüş bir pogrom ya da Yahudi devletinin kuruluşunun ön şartı olarak görmedim. Benim için Holokost, Avrupalı insanın 2000 yıllık etik ve ahlaki kültür yolculuğunun sonunda geldiği son duraktaki hali…
Bize düşen şimdi buradan nasıl çıkıp, yolumuza nasıl devam edeceğimizi bulmak. Auschwitz problemi; Auschwitz felaketinin bittiğini ifade etmek üzere bir çizgi çekmek ya da çekmemek gerektiğini tartışmak, onu hafızamızda mı yoksa tarihin bir çekmecesinde mi saklayacağımız konusunda fikir yürütmek, ya da katledilen milyonlarca insan için anıtlar mı yapılacağına ve eğer yapılacaksa bu anıtların nasıl olacağına karar vermek için konuşmalar yapmak değildir… Gerçek problem, Auschwitz gerçeğinin yaşanmış olduğu ve bu gerçekte hiç bir şeyin değiştirilemeyeceğidir. Ne en kötü niyetli ne de en iyi niyetli biri bu gerçekte hiçbir şey değiştiremez. (…)
Yahudi olmak bugün benim için öncelikle ahlaki bir görev. Eğer Holokost bir kültür oluşumuna yol açacaksa, (…) bunun tek amacı iyileştirilemeyecek bir Auschwitz gerçeğinden yola çıkarak insan ruhunun tekrar iyileştirilebilmesi yolunda katarsis yaratmak olmalıdır. (…)
Eserimi yaşamını kaybetmiş milyonlarca insana ve bugün onları hala hatırlayanlara adıyorum. Son tahlilde söz konusu edebiyat (…) olduğu için eserim belki geleceğe bir yarar sağlar demek istiyorum; tam olarak söylemek istediğim ise aslında: Geleceğe yarar sağlasın! Çünkü Auschwitz’in bende yarattığı travma benim iki konuyla uğraşmamı gerektiriyor: insanın yaşam becerisi ve günümüz insanının yaratıcılığı; kısacası Auschwitz’i düşünürken geçmişten çok geleceği düşünüyorum.”
Kertesz 31 Mart 2016 günü çoktandır çekmekte olduğu Parkinson hastalığına yenilerek yaşama veda etti. Onun için “her yer Auschwitz”di.