GELENEKLİ SANAT
Bağ-ı letâfetten güller, nâzenin yapraklar, altınlar, işlemeler, geçmiş zaman zarâfeti, incelikler… Müzehhip* TUBA ASİLTÜRK’ün tezhip atölyesindeyiz. Tuba Asiltürk, 2000’li yılların başında Necati Sancaktutan ile tezhip öğrenimine başlamış. İlerleyen yıllarda, gelenekli sanatlar alanında çok değerli isimler olan Nilüfer Kurfeyz ve Selim Sağlam hocaların derslerine devam etmiş. Hocalarından hem icâzet almış hem de 2014 yılında “Türk Hat Sanatında Zerendud Levhalar” adlı tez çalışması ile master derecesi elde etmiş. Tezhip sanatında rokoko üslûbunun yeniden ortaya çıkmasına değerli katkılarda bulunan Tuba Asiltürk ile gelenekli sanatlarımızı konuştuk.
Son yıllarda “gelenekli sanatlar”a epey yoğun bir ilgi olduğunu gözlemliyoruz. Ancak kavramsal bazı tartışmalar da mevcut. Bunların en başında isim konusu geliyor. Nedir doğrusu? “Gelenekli sanat” mı, “geleneksel sanat” mı?
Ben bu tür tartışmaların üstünde çok durmuyorum. “Gelenekli sanatlar”, “geleneksel sanatlar”, “İslâmî sanatlar”, “geleneksel İslâm sanatı” diyebilirsiniz. Benim için fark etmez. “Gelenekli sanatlar” daha çok tercih ediliyor, çünkü Öz Türkçe’dir. Kelimenin kendisinden ziyâde, sanatın ne ifade ettiği önemli benim için. Onun için ben hepsini kullanabilirim, hiçbirini de yanlış bulmam. ‘Bu doğrudur, şu yanlıştır…’ demekten de imtinâ ederim.
“İstanbul gelenekli sanatların başkentidir.”
Tezhibin geçmişten günümüze uzun serüveni düşünüldüğünde en çok rağbet gördüğü dönem ne zaman? Bu dönemin özelliği nedir?
Osmanlı İmparatorluğu zamanındaydı elbette. Osmanlı asâleti bambaşkaydı. Nezâket, zarâfet, incelik, tokgözlülük, mâneviyat… Bu âdâbın bir araya gelmesiyle ortaya çıkan Osmanlı kültürü, sanatına da bunu yansıtmıştır. Arap ülkelerinde yapılan tezhip gereksiz yoğunlukta süslenmiş, karmakarışıktır. Araplar “arabesk” bir kültüre sahip. Sanatta arabesk; çok karmaşık, çok işlemeli, yalınlıktan, zarâfetten uzaktır. Arap sanatı, coğrafyanın, yaşam tarzının, devraldığı kültürel mirasın etkisiyle böyle biçimlenmiş. Arap ülkeleri gelenekli sanatları İstanbul’dan talep eder. Osmanlı zamanında da bu böyleydi. İstanbul, hüsn-ü hattın en iyi yazıldığı yer, tezhibin en güzel tezyin edildiği kent. İstanbul gelenekli sanatların başkentidir. Hatta “Kur’an-ı Kerim Mekke’de nâzil oldu, Kahire’de okundu, İstanbul’da yazıldı” denir. Osmanlı bazen boşluğun huzurundan istifade etmiş, bazen en asil renkleri kullanarak çarpıcı bir eser ortaya koymuş. Bu nedenle Osmanlı’nın sanat zevki, gelenekli sanatlarda en üst mertebedir. Fatih Sultan Mehmet, kitapları çok seven bir hükümdardı. Fatih’in kütüphanesindeki kitaplar el yazması, tezyinatlı… Bunları elinizde tuttuğunuzu düşünün. Okur için ne büyük bir zevktir! Tezhip sanatı, saltanat devrini, diğer bir ifadeyle “altın çağ”ını 16. yüzyılda yaşadı. Çünkü sanat siyasetten, ekonomiden bağımsız bir unsur değil. 16. yüzyılda, Osmanlı İmparatorluğu maddi olarak en üst düzeyde, muhteşem bir devir yaşıyor. Tezhipte altın kullanılır. Altın suyu değil, tabiattan çıkan altın kullanılır. İmparatorluk bu sanatı birebir desteklemiş. Sarayda nakışhâneler kurdurmuş, sanatkârları koruma altına alınmış. Desen çizicilerden, cetvelkeşlere; altın ezicilerden, çerçevecilere kadar… Saray hepsini desteklemiş.
17. yüzyıla geldiğimizde tezhip sanatı duraklama devrini yaşıyor. Çünkü 17. yüzyıl siyasi olarak bir şeylerin değişmeye başladığı dönem. Tezhip biraz gözden düşüyor, gözler Batı’ya çevriliyor. Böyle olunca da müzehhipler maddi desteğini yitiriyor. 18. yüzyıl ve 19. yüzyıla geldiğimizde ise tezhip sanatı açısından çok farklı bir dönem başlıyor. Bu yüzyıllar tezhipte barok ve rokoko devrinin öne çıktığı bir dönem oluyor. Akademide bu dönem sevilmez, üniversite hocaları bu dönemi hiç beğenmez. Çünkü Fransa taklidi olarak düşünürler. Batı’dan gelen, taklit edilen bir tarz olarak bakıyorlar. Rokoko ve barok, Klasik kültürün üstüne Batıdan gelen bir tarz olduğu için pek sindirilememiş. Osmanlı tezhip üslubunu kıyıma uğratmak olarak yorumlanmış. Bu hâlen akademide böyle kabul edilir. Oysaki ben tam da insanların eleştirdiği, yok saydığı 18. yüzyıl tezhibini, tezhipte rokokoyu yeniden günümüze kazandırdım. Çünkü bana kalırsa bu çok güzel bir tarz. Ben sanatta hep kapsayıcı oldum. Klasik, barok, rokoko, resim… Hepsini seviyorum. Çağdaşlarımdan rokokoyu seven var mı, çok emin değilim. Ben ve benim yetiştirdiğim talebeler günümüzde rokokoya yeniden iade-i itibar kazandırdılar. Bu demek oluyor ki, iki yüz yıl sonra tezhip sanatında yeni bir barok-rokoko devri açılıyor.
“Müzehhibin üslûbunun oluşması yıllar sürer.”
Tezhibin kendine özgü kuralları, âdâbı, incelikleri nelerdir? Bir eser üzerinde çalışırken hangi hususlara bağlı kalıyorsunuz?
Her şeyden önce, İslam sanat felsefesini anlamak lazım. İslamiyet putlara karşı gelen bir din olduğu için, resim ve her türlü sûrete katiyen karşı durmuş. İslam sanatkârı resimden, ikondan sakınmıştır. Gelenekli sanatlarımız hat, tezhip, minyatür vb. içinde sûret bulundurmayan bir tabiat izahı; küçük yapraklar, çiçekler, hayvanlar, bulutlar, geometrik desenler…
Tabiatta ne varsa tezhipte de var. Fakat bir Batı sanatında olduğu gibi doğrudan bir form -örneğin melek, şeytan formu vb.- göremiyorsunuz. Bir hayvan motifini alıp, Rûmi diye bambaşka bir form oluşturmuşlar. Siz onu gördüğünüzde hayvan olduğunu anlamıyorsunuz ama aslında o stilize edilmiş bir hayvan. Bir çiçek de olduğu gibi resmedilmiyor. Hep bir “değiştirme” , tabiatın insani boyutta bir izahı söz konusu. Çünkü İslam sanat felsefesine göre tabiatta olan her şey Tanrı’nın “biricik” yarattığıdır, Tanrı onu en güzel hâliyle yaratmıştır. Oysaki biz kullar olarak çok âciziz. Biz sanatkârlar asla onun yaptığı gibi kusursuz yapamayız, onu taklit etmekten kendimizi tenzih ederiz. En güzelini yapmak Tanrı’ya mahsustur. İslam sanatı bundan sakınır. Öncelikle bunu çok iyi idrak etmek gerekir. Bu, işin felsefi boyutuydu, bir de sanatsal boyutu var.
Müzehhibin tabiatı çok detaylı incelemesi gerekir. Işığı, gölgeyi çok iyi yakalamanız gerekir. Çiçekleri, ağaçları tanımanız gerekir. Klasikte tezhipte ışık ve gölge yoktur ama rokokoda ışık- gölge çok önemlidir. Sanatınıza çok önem vermeniz, uzun yıllar çalışmanız gerekir. Müzehhibin üslûbunun oluşması yıllar sürer.
Osmanlı rokokosu!
Gelenekli sanatlarda “usta-çırak ilişkisi” vazgeçilmez kabul edilir. Siz bu metodu kabul ediyor ve uyguluyor musunuz?
Elbette… Üstelik bu çok eşsiz bir ilişki, bir insanlık deneyimidir. Akademik sanat eğitimi ile gelenekli sanat eğitiminin neredeyse hiç benzeşen yönü yok. Gelenekli sanat eğitimi, bir tekke eğitimi gibidir. “Ben tezhip öğreneceğim” diye gelen bir talebeyi kabul etmezsiniz. Bunun bir âdâbı vardır. Kendisini tamamiyle hocasına teslim etmesi gerekir. “Ben tezhip öğrenmek istiyorum ama siz müsaade ediyor musunuz?” demesi gerekir. Usta-çırak ilişkisi bir maneviyat içerir. Bir olgunlaşma sürecidir.
Tuba Asiltürk ve Berken Döner
Tezhip alanında öncü isimler kimlerdir? Siz kendinizi hangi hoca-talebe geleneğine eklemliyorsunuz?
Benim hocam, ismini her daim derin bir saygı ve minnetle andığım Nilüfer Kurfeyz’dir. Onun hocası da Süheyl Ünver’dir. Hatta tezhipte barok ve rokokoyu Nilüfer hocama sevdiren de Süheyl Ünver’dir. Ben böylesi büyük bir geleneğin yetiştirdiği bir sanatkârım. Elbette başka değerli isimler de var; Rikkat Kunt, Cahide Keskiner, Çiçek Derman ilk aklıma gelenlerden. Fakat benim geldiğim yer bağlamında elbette en değerli isim Süheyl Ünver’dir. Nilüfer hocama şöyle demiş: “Bak bu Batı’dan gelmiş, Fransız bir tarz olabilir ama bu artık bizim sanatımız. Osmanlı rokokosu! Osmanlı bu alanda kendine has bir üslup oluşturmasını bilmiştir.”
Süheyl Ünver yolumuzu aydınlatmaya devam ediyor. Bizde diploma yoktur, icâzetname vardır. Hocanız sizi ne zaman yeterli görüyorsa o zaman icâzet alabilirsiniz. Bu süreç en az dört-beş yılı kapsar. Bu dört beş yılda da ancak hazmedersiniz; eliniz, gözünüz, kolunuz ancak terbiye olur. İcâzette bir sûre ya da hilye yazar. En altta da Osmanlıca bir metin vardır. Öncelikle hocaların adı yazılır ve şöyle devam eder: “Bu sanatı yapmaya ve öğretmeye tarafımızdan icazetlidir.” Teknik olarak çok iyi olabilirsiniz ama hocanıza bir saygısızlık yapmışsanız asla o belgeyi alamazsınız. Bu çok büyük bir sorumluluktur, ufuktur. Hocanızdan edindiğiniz âdâbı talebelerinize öğretme zamanıdır.
Peki, bunca yıllık deneyimin, “hoca”lığın ışığında müzehhip adaylarına neler önerirsiniz?
Sanatta en lazım olan iki şey; sabır ve sebat. Bu çok zorlu bir süreç. Yolun başındayken çok zorlu ama çok benzersiz bir yolda olduklarının bilincinde olmalılar. Kendilerine iyi bir hoca seçip, ona teslim olmalılar. Saygı ve hürmet kavramlarına önem verip, kendilerini onun eline bırakmalılar. Çalışmaktan zevk almayı öğrenmeliler. Gerisi gelecektir…
Dipnot
*Müzehhip: Tezhip yapan sanatkâr