Din,dil, ırk farkı görmeksizin vatandaşlarını eşit birer Türk vatandaşı olarak kabul eden 1924 Anayasası´na aykırı da olsa 1934´te Trakya Olayları, 1941´de Yirmi Kur´a Nafıa Askerliği, 1942 Varlık Vergisi, 1955´teki 6-7 Eylül Olayları ´azınlıkların´ hafızalarında yadsınamaz yerlerini muhafaza etmekte. Melanetle alınmış kararlara ait bu anılar, babamın Yirmi Kur´a Nafıa Askeri olarak yurdumuzun korumasında değil de, yol ve havaalanı inşaatlarında amelelik yaptığı döneme ait sıradan bir anıdır.
Altı yaşındaydı babasını kaybettiğinde.
Kurtuluş Savaşı’ndan yeni çıkmış Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk günlerinde.
Kentsoylu bir ailede, annesi (babaannem Sultana), ablası (Raşel Halam) ve kardeşi (Moiz Amcam) ile huzurlu ve müreffeh yaşamları Hasköy’de sürerken...
Büyükbabam eczacı idi, ilerilerde babam olacak altı yaşındaki minik oğlunu elinden tutmuş ev yolundaydı, bıçaklandığı akşam. Muhtemelen bir narkotik bağımlısıydı, katili. Belki de karanlığın koynundan fırlamış başkaca bir kötülük...
Cumhuriyetin ilk yıllarında ekonomik ve toplumsal yaşam yeni baştan düzenlenmekte…
Yeni yasalar kabul görmekte.
Yeni şartlar belirmekte:
Her şeyden önce ‘Türk olmak’ gerekti.
Lâkin o dönemin nitelendirmesiyle ‘ekalliyetler’ (gayrimüslimler) yeterince Türk addedilmiyor, potansiyel birer vatan haini, belki de...
Belki de ilk oluşum yıllarında bir Cumhuriyetin kaçınılmazlığıydı, güvensizlik ile şovenizm. ‘Tehlike arz edecek’ konumlardan uzak tutuldular, o ‘yabancı’ addedilenler.
Kocasını yitirmişti, Sultana. Kendi bıçaklanırken oğlu (babam) dehşete kapılır korkusu ile ödü patlamış, kısa süre içinde kara sarılıktan ölmüştü, büyükbabam Simantov.
Ne yapsaydı Sultana? Üç çocuklu bir dul, 1920 yılında...
İki erkek kardeşi, bir de çocuklarından ayırmadığı en gençleri olan bir kız kardeşi vardı - sadece erkek kardeşlerinden biri, babamın Daniel Dayısı yanında, İstanbul’da.
Okuttu çocuklarını, dönemin iyi okullarında.
Babam Fransız eğitimi aldı, Alliance Universelle’de.
Ortaokul eğitimi bittiğinde Sultana onu Fransa’da Digne kentinde yaşayan kardeşi David’e yolladı. Orada liseye gitmek üzere...
Cumhuriyet, 10. Yılı’nı kutlamıştı.
Ardından da 1934 yılında Trakya Olayları baş göstermişti. Bu olaylara meşru zemin hazırlayan İskân Kanunu, Trakya’da yaşayan Yahudilerin toplu şekilde ikametlerine mani olunmasını amaçlıyordu.
Trakya’da yaşanan hareketlilik ertesinde Edirne, Kırklareli, Uzunköprü, Keşan, Çanakkale gibi merkezler başta olmak üzere tüm bölgede Yahudi tüccarlara karşı ilk olarak boykot, ardından da yağmalar yaşandı. [2]
Trakya’da vuku bulan olayların şiddeti, acımasızlığı kelimelerle anlatılacak gibi değildi. Bunların ‘6-7 Eylül Vakası’ndan çok daha vahim olduğu, o günleri dem-dem yaşayarak evlerini-yerlerini-yurtlarını terk etmek zorunda bırakılanların tanıklıklarından dinleyecektik, çok sonralarında.
Kışkırtma, acımasızlık… İstanbul’a göç... Kuruluşu öncelerinde, İsrail topraklarına tek-yönlü-biletle yolculuklar…
Aynı sıralarda babam Fransa’da eğitimini tamamlıyor, en güzel yaşlarında. Dayısı ve kuzenleriyle Batılı yaşam biçimini benimsiyor, çalışma hayatını, alış-verişi, ticareti öğreniyor. Ekonomik gelişmeleri tarihsel ve sosyolojik perspektiflere dayandırarak değerlendirmeye başlıyor.
O günlerde yirmili yaşlarında.
...Ve o sıralar Nazi çizmelerinin yankısı Fransa’nın kentlerinde de duyulmaya başlıyor. Dayısı David, Fransız Direnişi’nin yeraltı hareketine katılır katılmaz yeğenini (babamı) İstanbul’a annesine, kardeşlerine sahip çıkması için yollarken, bir yandan da yaklaşan savaştan onu korumuş oluyor.
Babam evine, ailesine dönüyor.
Aynı esnalarda...
Trakya Olayları’nın açtığı yaralar sarılmadan Türkiye’nin de ufkunda giderek koyulaşan bulutlar II. Dünya Savaşı’nın habercileriydi.
Almanya’nın Nazi Ordusu ülkemizin sınır komşularının yakınlarına ulaşmıştı. Genelde iktidarların zihinlerinde ‘güvenilmez’ veya ‘potansiyel hain’ olarak kazınmış gayrimüslimlerin, baş gösteren savaşta devlete karşı faaliyette bulunmalarını engellemek için askere alınmalarını sağlayacak yasalar ilan edilerek yürürlülüğe sokuldu.
Her alanda engellenen gayrimüslimler 1939’a kadar düzenli bir şekilde askere alınıyordu, fakat silahlı eğitim görmeleri yasaktı; sadece Türk subayların emir eri olarak veya hizmetli statüsünde askerlik görevlerini yerine getirmeleri uygun bulunuyordu.
Derken...
10 Nisan 1941 ve 7 Mart 1942 tarihlerinde yayınlanan ilanlar, doğum tarihlerine bakılmaksızın tüm gayrimüslimleri ‘senelik ihtiyat yoklaması’ yapmaya çağırıyor. Askerlik şubelerine giden bu ekalliyet erkekleri, kimlik tespitleri yapıldıktan hemen sonra askere alındıklarını öğreniyor, ak saçlılarla gençler yan yana, zorbaca ailelerinden kopartılarak... Birçoğu, evlerine kadar gidip eşya bile alamadan, bulundukları yerleşimin toplama yerlerinden dolduruldukları trenlerle sevk ediliyor.
Ailemin cephesine gelince...
Fransa’dan döneli sadece bir yıl olmuşken babamın dört buçuk sene sürecek askerliği, Yirmi Kur’a Nafia Askerliği günlerine rastlamıştı. Kendini görev yeri olan Akhisar - Menemen’e sevk edilirken buluyor, bir kara-tren içinde, tıklım-tıkış, çekirgelerin, bitlerin ve pirelerin yoldaşlığında.
En zorlu koşullarda!
II. Dünya Savaşı yılları: Askerlik eğitimi yerine çok ağır işlerde çalıştırılıyor.
“Ben yol inşaatı da yaptım, havaalanı inşaatında da amelelik yaptım,” derdi kıymetlim, babam. Manisa, Akhisar, Sındırgı yol inşaatları ile İzmir Cumaovası Havaalanı.
Askeri kampın dışında, çokça uzaklarında kazma-kürekle güç gerektiren işlerde çalıştırılıyorlardı, Yahudiler, Rumlar, Ermeniler, Süryaniler, Keldaniler…
Neyse ki o gençti... Aynı kur’ada 60 yaşlarında, daha öncelerinde askerlik görevlerini yapmış olan gayrimüslimler de vardı, ikinci kez ‘askerliğe’ çağrılarak ağır işlerde çalıştırılacak. Zenginiyle fakiri aynı kaderde buluşarak…
Amele taburundaki günlerini, hele-hele üstünü-başını bir anlatışı vardı ki, mizahı, mimikleri ve sözcükleriyle çocukluk günlerimizde bizi kahkahalara boğardı. Üniformanın kolları upuzun, paça boylarını ayarlamak nâ-mümkün, tabiatıyla kat-kat katlanılmış, şapkalar kafaya uyumsuz (asker arkadaşlar arasında uygun şapka arayışı hiç bitmezmiş çünkü babamın başı sıradan daha büyük!)...
En fenası ayakkabılar: Ayağa büyük olmuş, küçük gelmiş - tartışmaya mahal yoktu, sadece arkadaşlar arası takaslar... Olabildiğince…
Babamın ayak başparmaklarından sadece biri hayat boyu yamulmuştu.
Eziyetin endamı var mıydı ki?
Yıllar sonra çocukluk anılarıma geri döndüğümde yaşanılanın sadece fiziksel bir baskı olmadığını, bu işkencenin manevi boyutunu algılarken salt gayrimüslimlerden oluşturulmuş kampların işaret ettiği korkuya değinmeden geçmek mümkün mü, diye sorguluyorum.
Ev izni, İstanbul’a gitmek, ailesini görmek uzun zaman hayal oldu, babama.
Zaten askerliğinin süresini bilen var mıydı ki…
Ermeni arkadaşı Edmond ve diğer birkaç arkadaşıyla kimi kez rüşvet vererek çıktıkları ‘çarşı izinleri’, üzerlerinde taşıdıkları bitler ve pirelerden temizlenmek umuduyla gittikleri (bazen suyu akmayan) hamam anılarını anlatırken aczi, sefaleti nasıl da hicvettiğini, bize anlattığı anekdotlardan anımsıyorum. Babam dâhil, bütün ailede bir kahkaha tufanına dönüşürken o günlerin yansımaları... Hala anlayamam o acınılası günler, nasıl da komik bir anlatıya dönüşmüştü?
Herhalde “Hayat Güzeldir” örneğindeki gibi.
1997 İtalyan yapımı Roberto Benigni’nin yönetmenliğini yapıp başrolünü üstlendiği “Hayat Güzeldir” filmindeki gibi... İkinci Dünya Savaşı günlerinde karısı ve oğlu ile temerküz kamplarına götürülen İtalyan/Yahudi bir baba olan filmin kahramanı Guido, oğluna esir kampının ve savaşın bir oyun olduğunu söyleyecek; oğlu, oyunu başarıyla tamamlarsa ödül olarak ona çok istediği bir oyuncak tankı hediye edecektir.
Gösterime girdiği dönem büyük ses getiren ve üç dalda Oscar kazana film, tüm olumsuzluklara rağmen her daim bir umut ışığı olduğunu, adında olduğu gibi, içeriğinde de barındırıyor.
Guido’nun komik, çoğu kez yürek dağlayan özverisini anlatan rolü, bana babamı anımsatmıştı, buruk bir gülümsemeyle. Onun dört-beş yıl kadar süren Nafıa askerliği, daha doğrusu ‘ameleliğine’ ilişkin hatıralarının kayıtları da kalbimde onarılmaz bir kırgınlık ile yüklenmişti.
Düşünüyorum da...
Muhtemeldir ki, babam da -filmdeki Guido’nun sergilediği rolü gibi- aslında bilmemizi istemişti, ruhlarımızı fazlaca incitmeden...
Muhtemeldir, utanç da duymuştu devletinin (zinhar ‘öz çocuğu’ addetmese de) kendi evlâdına reva gördüğü muameleden.
...Ve en nihayetinde, ezanın, cefanın günlerin birinde sonlanabileceğine yönelik inancı her daim taşımamız için, belki de!
Dört buçuk yılı aşkın bir amelelik askerliği esnasında hiçbir ev iznine nail olamamıştı. Görevi son bulduğunda terhis olmuş, İstanbul’daki evine koşmuştu. Doğduğu kentte, uzun yıllardan sonra aile ocağında aldığı ilk ferah nefes onu tanımakta hayli zorlanan annesinin kollarındaydı. Babaannem, oğlunun zayıflamış, erimiş bedeniyle karşı karşıya kaldığı esnada ne denli dövündüğünü hayal etmekte hiç de zorlanmıyorum.
Terhis edildikten aylar sonra hükümetin azınlık karşıtlığı politikası sürüyordu: “Varlık Vergisi” ilanında muhtemeldir ki, babam o tanış olduğum müstehzi gülümsemesiyle ne kendisinin ne de ailesinin elinden alınacak, değil serveti, malı-mülkü, tek bir kuruşu dahi olmadığına belki de şükretmiştir.
Heyhat...
O yaşadığı zorlu deneyimin dönüştürücü gücü, babamı her ne kadar çok yorduysa da, gerçekte güçlü bir insan yapmıştı, dirayetli, sevgi dolu, hayırsever, öngörülü, şekilcilikten uzak, yenilikçi bir zevk - bilgi - görgüye sahip. Tüm bu veçheleri çalışkanlığıyla birleşince ailesine güzel ve düzeyli bir hayat sundu.
O bir otodidakt idi. Okur - yazarlık, merakla araştırma, gezi - seyahat kültürü ile.
Tepebaşı Tiyatrosu’nda hiçbir temsili kaçırmazdık. Operaya götürülmeye başladığımda 10-11 yaşlarındaydım ve benim gibi beyaz soketlerle gidenine rastlamadığımdan olacak ‘naylon çorap’ [3] takıntısıyla babama karşı zorlu bir mücadele vermiştim.
Operaya ilk kez naylon çoraplı gidişimin ertesinde babam, “Fark ettin mi, Tenor gözlerini senden alamadı,” dedi.
“Yo, fark etmedim. Neden,” diye sorduğumda, kahkahalarla yenilgisini kabul ederek naylon çoraplı bacaklarımı işaret etmişti.
Günümüzde onu anımsayanlar, çalışkanlığından, yaratıcı dehasından, espri gücünden saygıyla söz ediyor.
Bu satırların içinden, ‘kendim olma’ çabamın temel taşı - Nesim Doris Katan’ı - annesinin ona seslenişiyle, babamı, ‘Doriko’yu sevgiyle anıyorum.
Onun kızı olmak hali hazırda da görkemli bir duygu!
Kaynakça:
* Şalom Gazetesi; Makale; “‘Las Vente Klasas’ Yirmi Kur’a Nafıa Askerleri”; Işıl Demirel; 9 Nisan 2014
* II. Dünya Savaşında Gayrimüslimlerin Askerlik Serüveni; Yirmi Kur’a Nafıa Askerleri; Rıfat N. Bali; Kitabevi; 2008
Dipnot:
[1] 10 Nisan 1928’de 1924 Anayasası’nda yapılan değişiklikle devletin bütün dinlere eşit mesafede olmasının sağlanması gerekçesiyle “Devletin dini İslam’dır” ibaresinin kaldırılarak laik hukuk devleti yolunda ilk adım atılmıştı.
[2] Toplumsal Hafıza; Serdar Koyuncu’nun “Trakya Olayları” dosyası; 21 Haziran 2012.
[3] 1960’ların başında henüz şeffaf ‘külotlu çoraplar’ yoktu ve doğal ipek ile rekabet edilecek naylon çoraplar, jartiyerler sayesinde kullanılırdı. Bu da dişilik veya cinselliği çağrıştırdığından kızların daha ileri yaşlarda kullanması tercih sebebiydi.