Yukarıda yer alan fotoğrafında içten, umutlu ve muzip bir ifadesini gördüğümüz kadın aslında çok da uzak olmayan geçmişte bu coğrafyada bizlerle yaşadı. ROSA MARIA RÖSSLER, kısa ama hüzünlü hikâyesi bir yana, yaptığı çalışmalarla da unutulmaması gerekiyor ama maalesef zaman, her şeyin üstünü kendine göre bir ölçüye göre kapatıyor. Gelin onu hatırlayalım.
Nazi rejiminin ayak seslerinin, duyulmaktan öte hızlandığı günlerde ari ırktan olmadığı düşünülerek başta Yahudi toplumu olmak üzere pek çok insanın göçe zorlandığını biliyoruz. Bu dönemde genç Türkiye Cumhuriyeti ise ayrı bir heyecanın içindeydi. Takvim 1933 yılını gösterdiğinde planlanmış olan üniversite reformu sayesinde çağın gerisinde kalmış yükseköğrenim sistemi gözden geçirilecek ve yenilenecekti. Tabi ki bu yenilenme işinde üniversitelerin her alandaki bilim insanı açığının giderilmesi için de yollar aranıyordu. İşte bu dönemde memleketlerinden göç etmek zorunda kalan bu bilim insanlarına Atatürk Türkiye’si kucak açtı ve pek çoğu sadece o dönem değil, uzun yıllar Türkiye’de kaldılar.
Çalışma izni
Gelenlerin arasında kimler yoktu ki? O dönem dahi çalışmaları ile dünya ilminde isim yapmış Patolog Philip Schwartz, İç Hastalıklarından Erich Frank, Türkiye’de Radyoloji’nin kurucularından olan Friedrich Dessauer bu isimlerden sadece birkaçı. Onları halen yaptıkları çalışmalarla, isimlerinin verildiği amfilerle, adlarına verilen seminerlerle hatırlıyoruz. Ama bazı isimler var ki yalnız geldiler, bu coğrafya için emek verdiler ve isimleri de kendileri gibi sessizce kayboldu. Bunlardan biri de genç bir kadın doktor olan Rosa Maria Rössler idi. Aslen Avusturyalıydı. Avusturyalılar aslında Alman asıllılar gibi 1933 Üniversite Reformuyla değil Almanya’nın Avusturya’yı işgaliyle, yani 1938’den itibaren Türkiye’ye göç etmeye başlamışlardı. O ise onlardan önce, 1934 yılında gelmişti.
Zekâsı parlak bir çocuk
Genç Maria Türkiye’ye geldiğinde 33 yaşındaydı. Jozef ve Maria Wimmer’in kızları olarak Viyana’da doğmuştu. Belli ki zekâsı parlak bir çocuktu. Çünkü o dönem şartlarında dahi tıp okumaya heves etmiş, önce Graz’da başladığı eğitim hayatını, sonra Insburck ve en son da Viyana Tıp Fakültesi’nde devam ettirmişti. Burada Çocuk ve Cerrahi Kliniklerinde asistan olarak çalışıyordu. Sonrasında ise, yaşayıp bitirdiği bir evliliğin ardından Türkiye’ye göç etmek zorunda kalmıştı. Onu diğer Avusturya vatandaşlarına göre 3-4 yıl daha önce memleketinden ayrılmak zorunda bırakan durumun ne olduğunu bilmiyoruz. Belki gelen tehlikeyi önceden sezmesi, belki de kendisini davet etmiş olma ihtimali olan Philip Schwartz’ın yanında olma isteği. Çünkü Profesör Schwartz o dönem, Üniversite Reformunda Türk Hükümeti ile bağlantıları kuran ve gelecek kişileri davet eden ekibin başındaydı. Hatta geldikten sonra, 1937 yılından itibaren Schwartzla çalışmaya başlayan Maria hakkında ünlü profesör şöyle diyecekti; “Doktor Rössler, Türkçeyi mükemmel bir şekilde öğrenmiştir ve otopsi seanslarına düzenli olarak liderlik etmektedir. Kendini tamamen işine vermiş bir meslektaşımdır.”
Maria Türkiye’de geçirdiği zamandan ve işinden memnundu. Lakin halen vatandaş değildi ve belli sürelerle yapılan sözleşmelerle çalışmaya devam ediyordu. Bu dönemlerde yine Schwartz’ın tavsiye mektupları ile çalışma süresi uzatılıyordu. Schwartz bir mektubunda ondan şöyle bahsetmişti; “Dr. Rosa Rössler’in hem enstitüde düzenlenen otopsi kurslarında hem de hastanede yapılan otopsilerde çok faydası oldu. Enstitünün bilimsel ve idari çalışmalarını yürütmekte de büyük yetenek gösterdiğinden, saygılarımı sunar ve sözleşmesinin 1 Temmuz 1939’dan itibaren bir yıl uzatılmasını rica ederim.”
Prof. Dr. Erich Frank’ın ders kitabını hazırladı
Tıp kitaplarını Türkçeye çevirdi
Ancak Maria bir müddet sonra aktif patoloji asistanlığı yerine Schwartz’ın yazdığı kitapların Türkçeye tercümesini yapmaya başladı. Bu olayın çıkış noktası da aslında bir mecburiyetti. Zira Üniversite Reformu sonrası Türk Hükümeti gelen hocalardan beş yıl içinde bir ders kitabı yayınlamalarını istiyordu. Çünkü bu açılardan dönemde Türkçe kaynak oldukça azdı. Maria da Türk meslektaşları ile beraber öncelikle patoloji alanında peş peşe çevirilere imza attı. Bu kitaplar onun tercümeleri sayesinde uzun yıllar başucu kitabı oldular. Hatta bir müddet sonra yine aynı şartlarda gelmiş diğer bir büyük hoca, Prof. Dr. Erich Frank bu açılardan kendisine de yardımcı olmasını istedi. Frank o dönem için bile “hocaların hocası” kabul edilen bir değerdi. O yüzden ders notlarının ve kitaplarının Türkçeye kazandırılması çok önemliydi. Önceleri haftada 1-2 gün şekline başlayan çalışma daha sonra neredeyse devamlı hale gelecekti. Ancak Frank’ın kliniğinde ona uygun bir kadro olmaması nedeniyle “hemşire” kadrosu ile devam etmek durumunda kalmıştı. Ama bu Maria için çok da dert edilecek bir durum değildi. Nihayetinde bu işi ve bu ülkeyi sevmişti ve artık vatandaş olmak istiyordu.
Uzun süren çalışmalar sonucu Frank’ın Almanca verdiği ders notlarını, derslere de girerek Türk meslektaşı Dr. Ferhan Berker ile düzenledi, çevirdi ve 800 sayfa iki ciltlik bu önemli eseri Türkiye’ye kazandırmış oldu. Bu kitaba yazdığı önsöz aslında onun sevincini ve gururunu açıkça ortaya koyuyordu; “Bugün bu eseri sunuyoruz. Tanıma şansına eriştiğim Türk doktorlarına ve öğrencilerine faydası dokunursa vicdanım çok rahatlayacak. Çalışkan, namuslu Türk doktorlarına ve öğrencilerine böyle bir hizmet sunmanın, bana gösterdikleri samimi dostluk ve ilgiden dolayı onlara borçlu olduğum borcun bir kısmını hafifleteceğine inanıyorum.”
Prof. Schwartz’ın Patolojik Anatomi kitabının çevirisini yaptı
Nihayet 1951’de Türk vatandaşı oldu
Maria bu süreçte halen yabancı işçi statüsünde çalıştığı için vatandaşlığı alıp daha iyi şartlarda çalışmak istiyordu. Çünkü bu kadro nedeniyle verilen maaş, beraber çalıştığı kişilere göre azdı. Kısıtlı maaşı ile kendi geçimini sağlamanın yanı sıra Salzburg’daki ablası ve Insburck’daki kız kardeşine de yardım etmeye çalışıyordu. Bu konuda çabalar olduysa da tekrarlayan vatandaşlık başvuruları gibi çok da olumlu sonuçlara ulaşamadı. Ama bir açıdan mutlu son onu Nisan 1951’de bekliyordu. Sonunda başvurusu kabul edilmiş ve Türk vatandaşı olmuştu. Bundan sonrasında üniversitede daha çok kendini vererek çalışmaya başladı.
Fakat zaten kendi yurdundan ve yakınlarından ayrılmanın yarattığı travmanın üzerine hiç bilmeden geldiği bir ülkedeki mücadeleleri de onu yıpratmıştı. Vatandaşlığa kabulünden bir süre sonra maalesef amansız bir hastalığa yakalandı. Yalnız geldiği Türkiye’de yine yalnız olarak hastalığı ile mücadele etmeye başladı. Ama sadece üç yıl dayanabildi. 1954 yılında, arkasında acılarını ve özlemlerini bırakarak bu dünyaya veda etti. Prof. Erich Frank ölümünden sonra ondan şöyle bahsedecekti; “Geçen yıl kitabının ikinci cildini bitirdikten sonra yanıma geldiğinde kendini iyi hissetmediğini fark ettim. Çalışamaz duruma gelmeden önce kitap üzerinde çalışmayı bitirdiği için mutluydu. Önsözümde ona neden bu kadar içten teşekkür ettiğimi anladı. Dolayısıyla onu Türk tıp dünyasına yaptığı hizmetlerden dolayı anmak benim görevimdir.”
Bu ülkeye kendini borçlu hisseden ve yaptığı çeviri kitaplarla borcunun bir kısmını hafifleteceğini düşünen naif bir karakterdi Rosa Maria. Onun çevirmenliğinde Türkçeye çevrilmiş 8 tıp kitabı vardır. Bunlar dönemin genç Türkiye Cumhuriyeti’nin tıp eğitimi alanında elini güçlendiren eserler olmuştur. Onu sabırlı, çalışkan, mütevazı ve işini severek yapan bir bilim insanı olarak unutmamak da bizim borcumuzdur.
Kaynaklar:
Arin Namal, Wien Klin Wochenschr, 2007; 119 (21-22): 663-8.
Ayşe Altunbaş, Yüksek Lisans Tezi, Almnay’dan Nasyonal Sosyalizm Döneminde Türkiye’ye Gelen Yahudiler (1933-1945), 2020.