Şalom okurlarının yakından tanıdığı Metin Sarfati’nin yeni kitabı Efil Yayınevinden çıktı. “Yahudi İnsandan İnsan Yahudi’ye”, gettolarda geçen yüzlerce yıldan sonra Yahudilerin, bir yandan ‘öteki’ olmanın acısını çekerken diğer yandan, ‘ayrı’ olmanın övüncünü büyüttüklerinden bahsediyor. Kapalı gruplar kendilerini böyle koruyor. Görünmeyen bu gettonun duvarları, öteki haline gelen grupların birbirlerini tanımasına fırsat vermiyor; aktarılan önyargıların avantajını ise rahatı hiç kaçmayan çoğunluk yaşıyor. Metin Sarfati Yahudilerin arasındaki ötekileştirilmeye de dikkat çekerken Spinoza’ya değiniyor ve entelektüel Yahudilerin yaşadıkları topraklarla bağlarını sorguluyor.

 

Yahudilerle ilgili, dünyaya hükmetmeleri, Hollywood’u yönetmeleri dışında başka bir hikâye de felsefe-bilim alanlarında meydanı kimseye bırakmamaları. Spinoza, Benjamin, Marx, Freud, Chomsky… Önyargıların ve “antipatinin” arkasında hangi duygular var sizce?
İnsanlar da toplumlar da olayların gizini çözerken akla başvurmakta çok zorlanırlar. Spinoza’nın dediği gibi, insanlar soyut olanı çok çabuk anlayamazlar. Yahudiliğin, dünyanın entelektüel, bilimsel ve düşünsel gidişinde ağırlıkla rol alması öteden beri var olan bir şey olmamıştır. Bu, daha çok modern zamanlara özgüdür ve Spinoza’nın radikal rasyonalizminin açtığı yol ile başlamıştır. Jonathan İsrael bunu dev yapıtında ayrıntılı şekilde anlatır. Burada Spinoza’nın Avrupa’da yaratacağı ve en az yüz elli yıl sürecek büyük bir şok dalgasından bahseder. Yine de tabii bu sürecin başlangıcını, Yahudiliğin antik Yunan’la karşılaşmasına dayandırmak yanlış olmayacaktır.

Antik Yahudilik, kitabımda da belirttiğim gibi, Yunan etkisi ile dışa dönük, evrenselci yaklaşımı yakalayabilmiş, en azından bunun mümkün yolları üzerine düşünmeye başlamıştır. Üniversalist (evrenselci) Helen kültürüne açık reformcular, Maccabiler döneminde bilindiği gibi, büyük çatışmalarla bunu başarmışlardır. Yahudilikteki büyük kırılmalar ve çatlamalar pahasına olmuştur bu büyük kültürle kucaklaşmalar... Ama neyse ki olmuştur. Yahudiliğin mitolojik anlatısından kaynaklanan ve bugüne kadar gücünü koruyan sofuculuk ancak böyle aşılmıştır ve bundan sonra da aşılabilecektir.

Yahudiliğin evrensel dünya tarihinin mucizevi bir aşaması olmadığı, tersine evrenselliğin dokusunda ancak kavranabileceği anlaşılmıştır. Yahudiliğin tarih içinde kendini tecrit ederken, tecrit de edilmesinin anlamı ancak rasyonel düşünce ile tahlil edilebilecektir. Kolay bir iş olmayacaktır, ama başarılabilecektir de... Levinas mesela her zaman dediğim gibi Spinoza’yı Yahudi entelektüelini kimlik bunalımını başlatmakla suçlayacak, ama kendisi de ancak bu sayede özgürleşebilecektir. Yahudilik, özellikle Batı Yahudiliği (bir kısmı tabii), sofuculuktan ve dünyaya Yahudi merkezli bakmaktan böyle kurtulacaktır. Bu toprakların Yahudiliğinin yaptığı gibi, sadece kendi haline ağlamakla ve yakınmakla sınırlı kalmayacak, çözümü evrenselliğin yolunda düşünce üretmekte arayacaktır.

Benim de bu kitabımda tam bahsetmek istediğim, aslında bu kurak topraklardaki Yahudiliğin düşünsellikten uzak ve evrensel insanın entelektüel pırıltısına hiçbir katkısı olmayan yaşantısını gözler önüne sermektir. Bunun bir nedeni bu toprakların geçmişindeki değişik uygarlıkların kültürel zenginliğine ve birikimine sırt çevirmesi ve çoraklaşması ise, bir diğer nedeni de İspanya’dan gelen Yahudiliğin bu koşullara uymayı, yaşamasını kolaylaştıran bir yol olarak görmesi olabilecektir.

Bu topraklardaki sofu Yahudilik, Tanrı’nın Hezekiel’e söylettirdiği cümleleri bile görmezden gelmiştir. Diyordu ki Hezekiel: “Üstelik ben onlara iyi olmayan yasalar ve onları yaşatmayan adetler verdim.” Buranın Yahudiliği bu cümleyi bile dinden sapma olarak görmüştür sanki… Yasaların iyi olmayanlarını eleştirmemişlerdir. Batı Yahudiliği, heretik Yahudilikle, mesela Marx, Troçki, Freud’la aşmıştır Yahudiliğin geleneksel muhafazakârlığını ve o zamandan itibaren büyük ürünlerini vermişlerdir. Haklı olarak, bugün dahi kıskanılan Yahudilik bu olmuştur işte...

Yahudiliğin bugün artık maalesef ihmal edilebilir bir nüfusa indiği bu topraklarda ise böyle bir süreç hiç yaşanmamıştır. Onun yerine özellikle modern zamanlarda zenginleşme putlaştırılmış, tapınılmıştır adeta... Unutmuşlardır İşaya’nın “zenginlik biriktirenden uzak durun” tavsiyesini...


Topluma erdem tohumlarını entelektüellerin ekeceğinden, şüphenin yerleşik olanı sarsacağından söz ediyorsunuz. Erdem ve şüphe birbirlerini nasıl etkiler?
Filozof, entelektüel çok korkutucudur dogmanın dünyasında... Tarih boyunca hep öyle olmuştur. Dinsel, siyasal, iktisadi iktidar sahipleri bu yüzden onları ve kitaplarını yakmışlardır. Antik zamanlardan beri bu hep böyledir. Rembrandt, Spinoza, Erasmus, Sokrates her zaman susturulmak isteneceklerdir. Sokrates’in cevabı bilinir, “Ne yaparsanız yapın sonsuza kadar benden kurtulamayacaksınız.”

Özgürlük ancak şüphenin kanatlarında büyür. Tekrar söyleyeyim, üzerinde yaşadığımız topraklarda kuşku erdem içermez, erdemli olan inançtır. Ama bu, yazgının kabulü anlamına gelir. Aklın içinde büyümediği kader insan kaynaklı olmadığından, tabii ki erdemli değildir; Akıl, kaderin zorunluluğu içinde, kadere müdahale edebilen ve etmesi gerekendir çünkü… Erdem, Baudelaire’in dediği gibi gökyüzündeki albatrosun kanatlarında taşınabilir. Ancak oradan yeryüzüne indirilebilir. Ve ancak onun kokusunu bilenin bağrında büyüyebilir.

“Ben”in kendine olan düşkünlüğünü akıl dışı buluyorsunuz, öte yandan fikir/bilgi üreten ve yayan insanların bir miktar kibre ihtiyacı yok mu? Biliyorsunuz, marifet iltifata tabidir.
Arendt, kendisini İsrail’e olan aşkının eksikliği ile suçlayan Gerşom Şolem’e şöyle cevap verir: “Haklısınız hiç böyle bir aşkım olmadı. Ben Yahudi toplumunu sevmediğim gibi Alman toplumunu da sevmedim. Tek aşkım insanlara duyduğum aşktır. Yahudi olduğum için Yahudilere aşk duymam garip olmayacak mıydı? Kendi kendimi sevemem çünkü. Kendi kişiliğimin bir parçası olan şeyi de sevemem.” Arendt Çetin Altan’ı hatırlatacaktır; üstat kendine özgü ses tonuyla, “Yahu Türk’e Türk propagandası yapmak neyin nesidir” demiştir. Arendt, Gerşom’a verdiği yanıtla, bireysel ve toplumsal narsisizmin uzağında kalmayı önerecektir. Filozof böylece sadece Yahudi değil, diğer halkların milliyetçiliğine de cevap vermiş olur. Milliyetçiliğin gururu “ben”in kendine olan düşkünlüğü kadar akıl dışıdır demek isteyecektir muhtemelen.

“Ben” yaratıcılık aşamasında akıl tarafından yönlendirilmezse, kendi kendini çürütmeye başlar. Tıpkı pasın içinde oluştuğu demiri yemesi gibi… Oluşan fikir, fikir olmaktan çıkar. Değer, iltifattan önce kendi içeriğinde saklı olandır.

Spinoza’dan alıntı yapmışsınız: “İnsan eksik olandır, hata yapandır… İnsan için gerçeklik ancak tamamlanacak olandır. Bu varlığın tüm doğruları, hakikatleri yarımdır, eksiktir.” Eksik olduğunu bilen avantajlı mıdır, bilmeyene göre? Bilmemek bir konfor sayılmaz mı?
Eksik olmayan Tanrı’dır. Tanrı bir tek hata yapmayacaktır. Ama bu, istediğini yapabilir anlamına da gelmeyecektir. İnsan tamamlanmamış olandır. Erdem bunun bilincinde olan aklın, keşif sürecinde belirip büyüyecektir. Bilinç, bilmeyle beraber gelişecektir. Cehalet, köleliktir, sürükleniştir, yalvarıştır. Alternatifsizliktir. Sabetay Sevi’de ve evliyalarda takılıp, aydınlanmasını ve Mendelssohn’unu üretememektir.