Hep birlikte sessiz bir devrimi yaşıyoruz. İstanbul olağanüstü büyüyor, kalabalıklaşıyor, yabancı doluyor ve daha da önemlisi yabancılaşıyor. Çok kısa bir zaman sonra şehrin merkezinde yaşamak hayal olacak. Bir kısım insan için, banliyösünde yaşayıp çalışmak, alışveriş yapmak, eğlenmek için gelinen yer halini alacak ya da diğerleri için, yaşamlarının bir bölümünü geçirdikleri şehir haline gelecek. Benim yaşımdakiler için İstanbul gittikçe zor ve yorucu bir hal aldı.

Genç insanlarımız yuvalarından uzakta bal toplayan arılar gibi dünyanın her yerindeki gelişmiş başka metropollere doğru uçuyorlar ya da uçmayı sürekli ve ciddi ciddi planlıyorlar. Onları da anlamak gerek Öyle ya, gençler için metropoller çekici ve eğer bir metropolde yaşamanın zorluklarına katlanılacak ise ve gidebilme olanağı var ise bugünkü İstanbul’u mu seçerdiniz? Evet, şehir halen kişilikli, çok güzel ama zor, hem de çok zor ve ne yazık ki yakın zamanda pek fazla şey vadetmiyor.

Dolayısıyla küçük toplumumuzda giderek daha fazla aile bölünüyor, çocuklarımız başka metropollere dağılıyorlar. Çocuklarımızla, devleşmiş İstanbul’da kalan bizler arasına zihinlerde oluşan başka uzaklıklar da giriyor. Oralarda ve buralarda kimileri giderek daha küçük gruplar halinde birbirlerine yaklaşıp farkında olmadan komün hayatına yönelirken, kimileri de büyük kalabalıklar içerisinde “yalnız kurt” gibi oluyorlar. Bana göre her iki yaşam şekli de fırsatlar ve bir o kadar da travmalarla dolu ve hepimiz bu önlenemez değişimle başa çıkabilmek için yeni tepkiler veriyoruz.

Öncelikle size Schopenhauer’in bilinen harika bir analojisini anımsatayım;

“Soğuk bir kış günü yuvalarındaki oklu kirpiler, donmamak için birbirine yaklaştılar. Az sonra, birbirlerini dikenleri ile berelediler ve ayrıldılar. Üşüyünce, tekrar birbirlerine yaklaştılar. Oklar bir kez daha rahatsız edince yine uzaklaştılar. Soğuktan donmakla, batan okların acısı arasında bir tercih yapmak zorunda idiler.”

Şimdi bu analojiyi kendimize uyarlayalım. Biz, İstanbul’da kalanların büyük kısmı, küçülen ailelerimizin yerine koymaya çalıştığımız arkadaş / yoldaş gruplarında sıcacık, bir arada birbirimize sokulmuş yaşamaya çalışmıyor muyuz? Şimdilik kendimizi azıcık emniyette hissediyoruz değil mi? Küçük bir kısmımız muhafazakâr, geleneksel öğretilere sarıldık, bildik bir takvimin gereklerine tutunduk. Diğer bir kısmımız yaşamın odağına belli lokalleri, toplanma yerlerini, sporu ya da başka kültürel sosyal bir uğraşı aldık, kendimiz gibi düşünenlerle birlikte büyük şehirle baş etmeye çalışıyoruz. Birbirimize kirpiler gibi sokulup ısınıyor, şehrin artık yanı başımıza getirdiği belirsizliklerden korunuyoruz. Ama öte yandan bu tür yaşamlara çok kaptırıldığımızda da, yeknesaklığa sıkışıp, berelenip, incinip hatta zaman zaman da daralıp boğuluyoruz. Bu kadar seyahat etme isteği nereden geliyor sanıyorsunuz?

Göç eden çocuklarımız Schopenhauer’in işaret ettiği öbür uzaklaşmayı yaşamıyorlar mı? Özgürler ya da öyle sanıyorlar. Önlerinde ucu bucağı görülmeyen derin çok boyutlu bir geleceğin cazip kokusu var. Çeşitliliklerin tadını çıkarıyorlar. Doğrudur ki daha karmaşık, anlamlı ve derin konulara yelken açmışlar ama...

Bir de aması var işte; dev şehirlerde -hele de oralarda yetişmemiş ise- insan kırılgan, kendini emniyetsiz, yalnız hissedebiliyor, ruhen üşüyor, korkuyor ve tedirgin... Daha da kötüsü yetiştikleri ortamda deneyimlemedikleri bir çelişkiyi yaşıyorlar ve bunun için donanımlı değiller. Bizler buralarda, onlar oralarda yuvalarımızda değiliz artık. Ve değişmeyeceğini, daha iyiye dönüşmeyeceğini bilmenin çaresizliği hepimizin gelecek kaygılarını arttırıyor.

Şimdi de ikinci bir analoji ile bizleri ve çocuklarımızı daha da ayıran ve uzaklaştıran bir başka alana bakalım.

“Ev” sadece coğrafi bir konum değildir. Dilimizde kullandığımız kelimeler, konuştuğumuz konular, kendimiz ve sevdiklerimiz için çizdiğimiz hedeflerimiz, tükettiklerimiz, giydiklerimiz, gittiğimiz - eğlendiğimiz mekânlar, yediklerimiz - içtiklerimiz, yaşam şeklimiz; hepsi ve benzer başka şeyler, bizleri hissettirdikleri “huzur”larında birleştirir. İnsanların özellikle dilleri, konuştukları konular, kullandıkları kelime sayıları ve çeşitleri onların ülkeleri gibidir.

İngiltere’de ödüllü bir ilkokul öğretmeni emekli olurken yaptığı konuşmasında şunları söylemişti;

- Her zaman bir sınıfa ilk kez girdiğimde çocuklara öğretme ve öğrenme fiilini anlatmak için, “Son bir hafta içerisinde ne öğrendiniz” diye sorarak başlardım. Genellikle; “Dişlerimi fırçalamayı” - “Duvara yazı yazılmayacağını” - “Oyuncakları paylaşmayı” gibi yanıtlar alırdım.

Güney Afrika’da bir köy okuluna öğretmen olarak gittiğimde de aynı soruyu sordum. Bu sefer aldığım yanıtlar çok farklı idi;

“Hangi yılan zehirlidir?” - “Ormanda nasıl iz bulunur?” - “Leopar nerede saklanır?” gibi cevaplar almıştım. Afrikalı çocukların birinci kaygılarının hayatta kalmak olduğunu anlamıştım.

İçinde yaşanan ortamlar ve gruplar, kafamızı yorduğumuz konularımızı / gündemimizi bizim için saptıyorlar.

Ya bizler İstanbul’da son haftalarda neleri konuştuk?

Durun, ben size söyleyeyim; Hep birlikte siyasete çok kafa yorduk. Artan fiyatlardan bahsettik. Sonra bol bol dedikodu yaptık. Üç aşağı beş yukarı hepimiz aynı şeylere kafa yorduk, zaman harcadık. Ve farkında olmadan her birimiz tek tek içinde yaşadığımız grupların söylemlerinde tıkandık.

Peki, çocuklarımız uzaklardaki megapollerde kendi aralarında ne konuşuyorlar? Kim bilir? Bilsek de fikir yürütebileceğimiz konuları mı konuşuyorlar dersiniz? Birbirimizi aradığımızda da giderek üç-beş konu içerisinde sıkışan sohbetleri yaşıyoruz o kadar. Yani kendi çocuklarımızla sadece coğrafi olarak değil söylemlerde de uzaklaşıyoruz.

Son olarak üzülerek belirtiyorum; bugün metropollerde yaşamı, doya doya içimize çektiğimiz derin bir nefes gibi değil oksijen makinasında gibi soluyoruz. Sadece ve durmadan dinlenmeden yaşam sahnesindeki anlık rolümüzü belirliyoruz.

2007 yılında Washington D.C.’de çok kalabalık bir metro istasyonunda bir kemancı çantasından kemanını çıkardı ve 45 dakika Bach’ın eserlerini çaldı. Bu süre boyunca 2.000 kişi önünden geçti ve müzisyen 32 Dolar topladı. Müzisyen tanınmış keman virtüözlerinden Joshua Bell’di. Kutusundan çıkardığı kemanı 3,5 milyon Dolar değerinde idi. Joshua Bell’in o günlerde konser vereceği duyurulsa; istasyonda önünden geçen insanların en az üçte biri hemen kuyruğa girip en az 100 Dolar değerinde bilet alıp, şık şık giyinip geldikleri konser salonunda, gülücüklerle birbirlerine selam verip -daha doğrusu orada olduklarını gösterip- sonra da huşu içerisinde aynı Bach süitlerini dinleyeceklerdi.

Ama istasyondaki Bell’e bizler de kulak asmazdık. Çünkü o anda müzik dinlemeye programlı olmazdık. Başka yapacak işler, yetişilecek yerler vardı vs. vs. Yaşamımızın rutinine - o anki rolümüze aykırıydı.

Beni çok düşündüren eski bir öykü ile yazıya son vermek istiyorum;

Bilge Chuang Tzu bir gün yaşadığı köyde nehir kıyısında oturmuş doğanın tadını çıkarırken kralın iki tane elçisi yanına yaklaşmış.

- Kral hazretleri sizi başkente çağırıyor. Sizin Vezir olmanızı istiyor. Lütfen kabul buyurunuz, demişler.

Chuang Tzu elçilere dalgın bakmış ve şunları söylemiş;

- Denir ki, Vezirin sarayında altın bir kafeste ipek kumaşların üstünde yaşayan çok yaşlı bir kaplumbağa varmış, doğru mu bu?

- Evet hocam, cevabını alınca da şu soruyu sormuş;

- Sizce o salak kaplumbağaya sorulsaydı o altın kafesi mi tercih ederdi yoksa buradaki çamurlu suda kuyruğunu sallayarak kendi pisliğinin içinde yüzmeyi mi isterdi?

Elçilerden biri;

- Sanırım burada yaşamayı tercih ederdi efendim, deyince de;

- Ben de öyle. Şimdi beni yalnız bırakın, yanıtını vermiş.

Galiba Tzu’nun kaplumbağasının içinde kuyruk sallayacağı çamurlu su, eski İstanbul’umuzla birlikte geçmişte kaldı.