Şalom Dergi’nin Nisan 2021 sayısında, tarih boyunca insan olmanın ne demek olduğunu tartışmıştım. Yazımda da bahsettiğim üzere, Batı tarihinde insanın ilk tanımı Tanrı’ya bağlıydı. İnsan, Tanrı’nın biricik bir eseriydi, insan Tanrı’nın suretinde yaratılmıştı ve bu yüzden evrende özel bir konumu vardı. Fakat Tanrı’nın önemi, Avrupa, Aydınlanma Çağına geçtiğinde zamanla azalmaya başlamıştır. Aydınlanma Çağının insanı, kendini tanımlarken Tanrı’yı değil, mantığı temel almıştır. Sanayi Devrimi ile birlikte bu akılcı temel iyice kuvvetlenmiştir. İnsan olmak, mantık kullanarak bilim yapmak, buhar gücüyle çalışan makineler, gemiler, trenler gibi yeni teknolojiler icat etmek ve doğanın üstesinden gelmek olmuştur. Sanayi Devriminin insanı, aklını kullanarak doğanın kaynaklarını ormanlardan ve madenlerden söküp çıkartabilen, bunları dönüştürebilen, her gün yeni teknolojiler üretebilen tanrısal bir kudrete sahip bir varlık haline gelmiştir.

Akılcılığı temel alan insanlık anlayışı, iki dünya savaşı sonrasında çok derinden sarsılmıştır
Bu iki savaşta Avrupa doğayı hükmeden tavrın ve teknolojilerin sonsuz yıkıcılığıyla yüzleşmiştir. İnsanlığı gökyüzüne çıkaran uçaklar, artık şehirleri bombalamak için kullanılır, refah sağlayan, üreten makineler artık silah üretmektedir. İnsanın aklıyla yarattığı teknoloji, artık atom bombası yaratmak için kullanılır, mantık ve akılcılığa dayanan tavır, Holokost sırasında altı milyon Yahudi’nin sistematik şekilde soykırıma uğramasına sebep olmuştur. Akılcı temelin sarsılışını belki de en iyi ifade eden cümle Viktor Frankl’ın “İnsanın Anlam Arayışı” kitabının son cümlesidir, “Auschwitz’den beridir insanın neler yapabileceğini biliyoruz. Hiroşima’dan bu yana ise neyin tehlikede olduğunu.”

Dünya savaşından çıkan Avrupa’nın yeni bir insan tanımına ihtiyacı vardı çünkü akılcılığı temel almış bir tanımın nasıl bir yıkıcılığa sebep olduğunu çok acı bir şekilde deneyimlemişti. İki dünya savaşından sonra insanın tanımı varoluşçuluğu temel almıştır. Tarihsel bir açıdan baktığımızda varoluşçuluk bir kültürel kriz zamanında doğmuştur.

Rollo May’e göre “Bir kültür, bir geçiş döneminin derin sarsıntılarına yakalandığında, toplumdaki bireyler kabul görmüş adetlerin ve düşünce biçimlerinin artık güven sağlamadığını fark ederek anlaşılır bir şekilde ruhsal ve duygusal çalkantılara maruz kalırlar.” Varoluşçuluk işte tam da böyle bir çalkantı sırasında doğmuştur. İkinci Dünya Savaşındaki onca vahşetten sonra tutunacak dalı kalmayan Avrupa, ruhsal ve duygusal çalkantılar yaşamaktaydı.



Avrupa ihtiyacı olan insan tanımını varoluşçulukta buldu
Peki varoluşçuluğa göre insan nedir? James Bugental, varoluşçuluğun insan tanımını birkaç maddede özetler. İnsan sadece kemiklerinden, organlarından, et ve kandan oluşan bir varlık değildir. İnsan, parçalara veya işlevlere indirgenemez çünkü parçalarının toplamından daha fazlasıdır. İnsan hem evrensel bir sistemin içinde hem de biricik bir insan bağlamında var olur. İnsan farkındadır ve farkında olduğunun farkındadır, yani bilinç sahibidir. İnsan özgürdür ve bu özgürlük beraberinde sorumluluk getirir. İnsan kendine hedef koyabilir, geleceğe etki edebileceğinin farkındadır. Ve son olarak insan yaşamı boyunca anlam, değer ve yaratıcılık arar.

Varoluşçuluğun özüne indiğimizde insan olmayı tanımlayan iki ana fikir ile karşılaşmaktayız: özgürlük ve anlam. Varoluşsal anlamda özgürlük fikrini ilk kez varoluşçu felsefenin babası Soren Kierkegaard’ın eserlerinde görebiliriz. Kierkegaard’a göre, “Benlik özünde soyuttur ve olasılıklar, korku ve kararları temel alarak anlaşılmalıdır. Olasılıklarımla karşılaştığımda dehşete kapılırım, bu ‘özgürlüğün baş dönmesidir’, ve seçimimi korku ve titreme ile yaparım.” Kierkegaard için benlik özgürlüktür, fakat bu, beraberinde kaygı getiren, baş döndürücü bir özgürlüktür. Bir önceki yazımda Jean-Paul Sartre’ın özgürlük kavramından detaylı bahsetmiştim. Sartre için insan deneyiminin kalbinde özgürlük vardır, özgürlük insanı diğer varlıklardan ayırır. Sartre’a göre, “insan evrende yalnızdır, kendi durumundan sorumludur, muhtemelen düşük bir kademede kalacaktır ama yıldızların üzerine yükselmeye özgürdür.” İnsanın varlığı özünden önce gelir, insan ilk var olur, sonrasında kendini seçimleriyle oluşturur. Bu düşüncenin iki dünya savaşı bağlamında doğması ve gelişmesi bir tesadüf değildir. Zemini darmadağın olmuş bir medeniyet nereye tutunabilir? Sartre’a göre bu zemini artık ne Tanrı sağlayabilir ne de akıl, tutunabileceğimiz tek dal kendi özgürlüğümüz olabilir. Kendimizi zeminsiz bulduğumuzda kendi özümüzü yaratmaya özgürüz demektir. Özgürlüğün getirdiği kaygı, Kierkegaard gibi Sartre’ın da dile getirdiği bir konudur. İnsan bu kaygıyı bastırmak için kendini özgür olmadığına ikna etmeye çalışır, fakat bu insan olmanın şartlarını karşılamamak ve sahte bir varoluşu seçmek demektir, insanın kendisini kendi gerçekliğinden mahrum bırakmasıdır. Sartre’ın düşüncesinde “insan özgürdür, insan özgürlüktür”.

Özgürlüğün yanında insan olmayı tanımlayan ikinci fikir anlamdır. Anlam ve varoluşçuluk dendiğinde aklımızda canlanacak ilk isim Viktor Frankl’dır. Frankl ve diğer varoluşçulara göre insan olmak, hayatta anlam aramak demektir çünkü insan anlam yaratarak var olan bir canlıdır.

Frankl toplama kampında hayatta kalmasını üç şeye borçlu olduğunu söyler. Öncelikle ailesiyle ilişkisine borçludur, her ne kadar kamplarda ayrı düşseler de Frankl onları sık sık düşünür, kalbinde ve zihninde onları yaşatmaya devam eder.

İkinci olarak toplama kampına gönderilirken elinden alınan kitap metnini tekrar oluşturmaya çalışması, kampta olmasına rağmen yaratıcı ve üretken olmaya devam etmesi, bir uğraşı ve amacı olması hayata tutunmasına yardımcı olmuştur.

Son olarak ise Tanrı’ya kuvvetli inancı Frankl’ı hayatta tutmuştur. Frankl’ı hayatta tutan bu üç şey insanın anlam arayışında kendine sorduğu şu sorular ile bağlantılıdır: Hayatıma şekil ve yön veren geniş bir bağlama ait hissediyor muyum? Yaşamımda ihtiyaç duyulduğumu hissettiğim, üretken ve yaratıcı olabileceğim bir yer var mı? Gerçekleştirmek istediğim bir “projem” var mı, gelecekte beni bekleyen değerli deneyimler var mı? İnsan hayatına bu sorular aracılığıyla anlam kazandırabilir. Günün sonunda anlamlı bir hayat anlamlı uğraşlar, anlamlı ilişkiler ve anlamlı bir gelecekten oluşur.

Özgürlük ve anlam
Özgürlük ve anlam birbirine derinden bağlı iki kavramdır. İnsan, kendinin farkında olan bir varlık olduğu için kendine dışarıdan bakabilir. Bu “kendinin ötesine çıkabilme” becerisi insanın yaşadığı durumu değerlendirip özgürce seçim yapmasını sağlar. Frankl’a göre insanın özgürce seçebilmesi, anlam yaratmayı da seçebileceğini gösterir. Bunun bir benzerini Sartre da ifade eder. Eğer Sartre’ın dediği gibi insan kendi özünü yaratmaya özgürse anlamlı bir varoluş yaratacak güce de sahiptir. Yani insanın özgürlüğü anlam yaratabilmesini sağlar. Aynı zamanda da insan ancak anlamlı bağlamlarda var olabildiği oranda özgürdür. İnsan olmak, kendi özgürlüğünün ve sorumluluğunun farkında olmak ve bu özgürlük ve sorumluluğu anlamlı bir bağlam içinde yaşamak demektir.