Modern Varoluşçuluk felsefesinin 1932 yılında Paris’in Montparnasse bölgesinde, Bec-de-Gaz isimli bir barda üç arkadaşın sohbeti sırasında doğduğunu söyleyebiliriz. Jean-Paul Sartre, partneri Simone de Beauvoir ile beraber, kokteyller eşliğinde eski okul arkadaşları Raymond Aron’un ilgilendiği bir felsefeyi anlatışını dinlemekteydiler. Almanya’da ortaya çıkan “fenomenoloji” ismindeki bu felsefeye göre filozoflar yaşama soyut teoriler ve kurallar yerine, doğrudan deneyimleriyle, olduğu gibi bakmalıdırlar. Fenomenolojiye göre eski filozoflar anlaşılamaz kuramlar içinde boğulurken gözlerinin önündekini, anbean yaşadıklarını göremez olmuşlardır. Hayattaki en temel felsefi sorular varlık hakkındaki sorulardır. Fenomenoloji, özünde ayakları yere basan, normal, gündelik deneyimi inceleyen bir felsefe yapma biçimidir.


Jean-Paul Sartre

Varoluşçuluk felsefesinin en temel meselesi: özgürlük
Eski okul arkadaşının anlattıklarını dinleyen Sartre, heyecanını zor saklamaktaydı. Uzun süredir felsefe öğretmenliğinden sıkılmıştı, felsefeye yeni bir soluk getirmenin arayışındaydı. Okul arkadaşı Aron, Sartre’ın heyecanını görüp ona Berlin’e taşınmasını önerdi. Böylece Almanca öğrenebilir, fenomenolojiyi orijinal dilinde çalışabilirdi. Böylece Sartre kararını verdi ve Nazilerin iktidara geldiği 1933 senesinde Berlin’e taşındı. Aradan bir sene geçtikten sonra Sartre Paris’e yeni bir felsefe ile döndü. Fenomenolojiyi Kierkegaard, Nietzsche ve Dostoyevski’nin felsefeleriyle ve kendi Parizyen tarzıyla harmanlayıp ortaya yeni bir felsefe çıkartmıştı: varoluşçuluk.

Varoluşçuluğun en temel meselesi özgürlüktür. Varoluşçuluğa göre insanı diğer tüm varlıklardan ayıran özelliği özgür oluşudur. Sartre’a göre insan haricindeki tüm varlıklar kendilerinin ötesinde bir güç tarafından harekete geçirilirler, örneğin hayvanlar çeşitli içgüdülere ve davranışlara göre hareket ederler. İnsanın varlığını özel yapan, nesneler veya hayvanların aksine, önceden tanımlanmış bir doğasının olmamasıdır. Sartre, insanın etkilendiği bir biyolojisi, kültürü ve geçmişi olduğunu reddetmez fakat tümünün toplamı bile insanın varoluşuna denk değildir. Çünkü diğer tüm varlıkların aksine insanın “varoluşu özünden önce gelir.” İnsan önce doğar, sonra ne olduğunu seçer.

Burada okuyucuların affına sığınarak, daha önce Şalom Dergi yazımda varoluşçuluktan bahsederken kullandığım bir örneğin benzerini kullanacağım. Bir çay kaşığının varlığını düşünelim. Çay kaşığı tek bir amaç için yaratılmıştır, varoluşunun tek amacı çaya atılan şekeri karıştırmaktır. Daha kendisi var olmadan amacı ve özü belirlenmiştir. Fakat insan böyle değildir, canlı ya da cansız tüm varlıklardan farklı olarak doğuştan bir özü yoktur, yaşadıkça kendi özünü yaratmaya özgürdür. Sartre’ın cümleleriyle, “insan ilk var olur, dünyada gerçekleşir, kendiyle karşılaşır ve ancak sonrasında kendini tanımlar.”



Simone de Beauvoir ve Jean-Paul Sartre

“Varoluşçuluk Bir Hümanizmdir”
Sartre’ın çarpıcı felsefesi İkinci Dünya Savaşı’nın son yıllarında onu bir yıldız yapmıştı, gazete manşetlerine haber olan bir ünlü haline gelmişti. Savaşın bitmesinden çok kısa bir süre sonra, 28 Ekim 1945’te Paris’te Club Maintenant isimli bir kulüpte bir konuşma yaptı. Sartre’ın konuşmasını dinlemek isteyenler kulübü tıka basa doldurdular. Bu kulüpte Sartre, felsefesinin heyecan verici bir özetini yaptı, sonrasında da bu konuşmayı “Varoluşçuluk Bir Hümanizmdir” isimli bir kitaba dönüştürdü. Konuşmasında İkinci Dünya Savaşı’ndan ve Nazi işgalinden yeni çıkmış dinleyiciler için çok tanıdık gelecek oldukça etkileyici bir anekdot anlattı.

Sartre’ın anlattığı anekdota göre henüz savaş devam ederken eski bir öğrencisi fikir danışmak için Sartre’a gelir. Bu genç adamın babası, annesini terk etmiştir ve bir Nazi işbirlikçisi olmuştur. Abisi ise 1940 yılında Almanlara karşı savaşırken ölmüştür ve genç adam ölen abisinin intikamını almaya karar vermiştir. Annesi hem kocasının ihaneti hem de büyük oğlunun ölümü yüzünden çok üzgündür, hayatta onu tek mutlu eden şey genç adamdır. Genç adamın önünde bir seçim vardır, annesini terk edip İngiltere’deki Özgür Fransa Kuvvetleri’ne katılabilir veya annesinin yanında kalıp onun hayata tutunmasına yardım edebilir. Eğer annesini terk edip orduya katılırsa hem ailesinin şerefini geri kazanabilir hem abisinin intikamını alabilir hem de vatanı için savaşabilir. Fakat genç adam aynı zamanda annesinin sadece onun için yaşadığının farkındadır ve onu terk etmesinin ya da Almanlarla savaşırken ölmesinin annesini bunalıma sürükleyeceğini bilir. Annesiyle kalması somut bir şekilde annesine yardımcı olmasını sağlayacaktır, ama annesinden ayrılıp savaşa katılmasının sonucu belirsizdir. Bu genç adam iki seçenek arasında gelgit yaşamaktadır, ya kendini bir insana adayacaktır ya da sonucu belli olmasa da kendini vatanına adayacaktır.

“Özgürsün, seç, yani yarat. Hiçbir genel ahlak kuralı sana ne yapman gerektiğini söyleyemez.”
Sartre’a göre seçim yapmasında genç adama hiçbir şey yardımcı olamaz. Genç adam önce dine danışır, din bize hayırsever olmamızı, başkaları için kendimizi feda etmemiz gerektiğini söyler. Fakat burada genç adamın kimin için kendini feda etmesi doğrudur, annesi için mi vatanı için mi? Sonra okulda okuduğu filozoflara döner fakat filozofların söyledikleri çok soyuttur, kendininki gibi gerçek bir durumda ona söyleyecek hiçbir şeyleri olmadığını görür. Genç adamın danıştığı kimse sorusunu yanıtlayamamıştır. Peki o zaman Sartre bu genç adama ne demiştir? Sartre şöyle der, “Ona verebileceğim tek bir cevap vardı: ‘Özgürsün, seç, yani yarat. Hiçbir genel ahlak kuralı sana ne yapman gerektiğini söyleyemez’”. “Hangisi daha yararlı bir amaçtır – bir grubun parçası olup belirsiz bir şekilde savaşmak mı, yoksa daha somut bir şekilde tek bir insanın yaşamını sürdürmesine yardım etmek mi? Buna kim karar verebilir? Kimse.”

İnsan seçmeye özgürdür, dayanacağı hiçbir otorite, eylemlerini meşrulaştırabilecek hiçbir değer veya düzen yoktur, kendi kararlarının sorumluluğunu kendi üstlenmelidir. Sartre’a göre, “İnsan eylemlerinin tüm sorumluluğunu taşır, kim olacağına karar veren kendisidir. Bu sorumluluk beraberinde ıstırap yaratır.” İşte tam da bu nedenle Sartre, “İnsan özgür olmaya mahkûmdur” demiştir, “mahkûmdur çünkü kendini yaratmamıştır, ama yine de özgürdür çünkü dünyaya bir defa atıldığında yaptığı her şeyden kendi sorumludur.”

Sartre, konuşmasında genç adamın sonunda neye karar verdiğini veya tavsiyesinin ona yardımcı olup olmadığını bilmediğini belirtir. Burada bizim için önemli olan gencin neye karar verdiği değil, insanın seçim özgürlüğünün değerini ve bu özgürlüğün getirdiği sorumluluğu kavrayabilmektir. Sartre’ın sadece insana ait olan özgürlüğe inancı gerçekten de muhteşemdir. “Biz insana, kendisinden başka bir yasa koyucu olmadığını ve kendi seçimlerini yapması gerektiğini hatırlatırız. İnsan kendi içine dönerek değil, sürekli olarak kendinin ötesinde bir amaç arayarak kendini gerçekten insan olarak anlayacaktır.” İnsan, kendini yaratmaya özgür ve bu özgürlüğe mahkûm yeryüzündeki tek varlıktır.