Haber Fotoğrafı: Dmitrii Baltermants, P. I. Ivanova, Ogonek, Kerch, 1945, Suffering (Çile) adı ile, Ogonek, 1965, (“Asla Unutmayacagız" başlıgı ile yeniden basılmış)


“Klasik trajedilerde,” der Irving Howe, “insan yenilir; Soykırım’da ise insan imha edilir.”

Majdanek, Auschwitz, Oswiecim, Birkenau adlı ölüm kampları Polonya’daydı. Buchenwald, Dachau, Sachsen-hausen, Bergen-Belsen toplama kampları ise Almanya sınırları içerisindeydi. 1942 yılının sonbaharından 1944 yılının sonbaharına dek iki yıl boyunca aktif olarak kullanıldılar. SS subay lideri Heinrich Himmler tarafından kapatıldıklarında ise Yahudiler için bir tarih yazılmaya başladı.

Hitler’in Yahudilere yaptığı zulüm ve kıyım ile daha çok hatırlanacak olan İkinci Dünya Savaşı, Yahudi olmayan Alman halkının da başlıca felaketiydi. Kaynaklardan edinilen bilgilere göre komünist Almanlar ve ilk alıştırmalara kurban verilen zayıf, güçsüz Alman halkından insanların sayısı da azımsanacak gibi değildi. İnsanlar üzerlerinde hiçbir giysi olmadan, büyük kalabalıklar halinde bu iş için özel inşa edilmiş odalara alınıyor ve gaz ile zehirlenerek öldürülüyorlardı. Bu uygulama Hitler’in sağlıklı bir Alman ırkı görmek istediği yönündeki ilk deneyiydi; insanların yaşam ve ölüm kararının başka bir insanın elinde bulunması bu şekilde mümkün hale gelmeye başlamıştı. Bugün sadist bir planın parçası olarak nitelenebilecek Yahudi Soykırımı böylece en ince ayrıntısına kadar planlanmıştı. Trenlerle yapılan sevkiyat sonunda, görece sağlıklı olanlar toplama ve imha merkezlerinde çalıştırılmak üzere seçiliyor, çalışamayacak durumda olanlar ise hemen imha ediliyordu. Uygulanan şiddet insanlara acı çektirmek ve üzerlerinde hâkimiyet kurmak üzere bilinçli bir planın parçasıydı.


Fotoğraf: Heinrich Jöst, Warsaw Ghetto (Varşova Gettosu), Polonya, 19/09/1941

Alman düşünür Hannah Arendt Kötülüğün Sıradanlığı adlı kitabında 1960 yılında yakalanıp 1961 yılında Kudüs Bölge Mahkemesi’nde yargılanan Adolf Eichmann’ın yargı sürecini anlatır. Eichmann savaş sırasında Yahudilerin sevkiyatından sorumlu olan kişidir. Arendt incelemesinin sonunda Eichmann’la ilgili çok önemli bir saptamada bulunur: Eichmann ne Iago’ydu ne de Macbeth ve III. Richard gibi bir ‘cani’ olmasıysa neredeyse imkânsızdı. Terfi etmek için gösterdiği olağanüstü gayreti bir yana bırakırsak, onu harekete geçiren hemen hemen hiçbir şey yoktu. Bu gayret de kendi başına kriminal değildi elbette; bir üstünün yerine geçmek için asla onu öldürmeye kalkmazdı. Eichmann sadece, gündelik dilde söyleyecek olursak, ne yaptığını hiç fark etmemişti. (...) Dönemin baş suçlularından biri haline gelmesine olanak sağlayan–aptallıkla kesinlikle özdeş olmayan bir şeyden–fikirsizlikten başka bir şey değildi.

Bugün bir felaket olarak tarihe geçen Yahudi Soykırımını, tıpkı Eichmann gibi cahil bırakılmış sıradan kişilerin inançlarını örgütleyerek baştan çıkaran bir yönetimin eseri olarak da düşünmemizi gerektiren başlıca nedenlerden biri budur. Arendt’in saptamaları Soykırımın yapıldığı dönemde insanların başka bir biçimde hareket etmeme nedenlerini anlamaya yardımcı olabilir. Freud ise insanların saldırganlığı ve şiddet eğilimi üzerine düşüncelerini daha farklı ifade eder. Freud, saldırganlık eğiliminin insanın doğasında olduğu ve uygun zaman ve ortam bulduğunda bu eğilimi eyleme dökmekte tereddüt etmeyeceği konusunda açıkça ısrarcıdır. Freud saf iyiliğe inanmaz ve kötülüğün verdiği tatmin Freud için hiçbir uygarlık bilinciyle karşılaştırılamayacak kadar büyüktür. Ona göre uygarlığın önündeki en büyük engel böyle açıklanabilir. Freud şu soruyu sorar:


Fotoğraf: Warsaw Ghetto (Varşova Gettosu), 1943, (AFP/Getty Images)

“Uygarlık, kendisine karşı duran saldırganlığa ket vurmak, onu zararsız kılmak, belki de ortadan kaldırmak için hangi araçları kullanır?”

Bu soruyu suçluluk duygusu olarak yanıtlar, ona göre suçluluk duygusu insanın kendisiyle çatışma süreci içerisindeki gerginliği tarif etmektedir. Saldırganlığına yenik düşen insan kendisini cezalandırma biçimi olarak suçluluk duygusu inşa eder. Suçluluk duygusu Freud’a göre saldırganlığa ket vurmak için icat edilmiştir ve uygar insan için suçluluk duygusu saldırganlığının üstesinden gelebilmesinin bir yoludur. Hollandalı antropolog Cornelia Brink’e göre, “Almanlara ilk kez 1945 yılında kampların fotoğrafları gösterildiği zaman, kendilerini suçlular arasında görmeleri neredeyse imkânsızdı. Yapılanların aniden farkına varmışlardı sanki. Bununla başa çıkmak çok fazlaydı. Basmakalıp cevapları şu oldu: Biz bu fotoğraflarda kendimizi tanıyamıyoruz.” Arendt de, “(...) dikkatinizi Sodom ve Gomora hikâyesine çekmek isterim (…) insanlar yapmadıkları ama onların adına yapılan –katılmadıkları ve yarar sağlamadıkları– şeyler nedeniyle suçlu sayılır veya suçlu hissederler,” tespitiyle bu düşünceyi destekler. Yahudi Soykırımı ardında çok kapsamlı bir görüntü arşivi bırakmıştır. Bu arşivlere bakarken dikkatimizi çekebilecek en belirgin şeylerden biri görev bilincidir. Soykırımı tasvir eden fotoğrafların çoğunda insanlara yapılan işkence ve öldürme eylemlerinden fazlası mevcuttur. Sistemli ve düzenli bir planın izlerini ayrıntılarda kolaylıkla seçebiliriz. Sevkiyat ve toplama çalışmaları, toplama ve ölüm kamplarının büyüklüğü ve çalışma sistemi, toplu mezarlarda bile askeri düzen sırasının gözetilmesi tesadüfe yer vermeyecek bir sistemin kurgulanmış olduğu bilgisini verir. 20. Yüzyıl Yahudi Soykırımının dehşetini içeren, bize yıkımın tanıdık olmayan yüzünü gösteren ve öğreten yüzyıldı.


Fotoğraf: Heinrich Jöst, Warsaw Ghetto (Varşova Gettosu), Polonya, 09/19/1941

Yahudi Soykırımının şiddeti, insan hakları üzerine yeniden düşünülebilmeyi sağlar. İkinci Dünya Savaşı sırasında aile, ulus, yerleşim, meslek gibi yapıların sosyal etkileşimlerle sürdürülebildiği, insanı hayvandan ayıran temel “medeni” yapı sürdürülememişti. Bu yapılar iletişim yollarının ortadan kaldırıldığı yaptırımlarla sarsıldığında medeni düzenden geriye neredeyse hiçbir şey kalmıyordu. Evsiz ve vatansız bırakılmış insanların medeni yapı bir yana bulundukları kara parçaları üzerinde ayakta kalma becerileri bile ellerinden alınmıştı. Yahudilerin karşı karşıya kaldıkları yaptırımlar ve İkinci Dünya Savaşı’nın şiddeti, katliamların dehşetinden soyutlandığında bile insanların yaşam haklarının ellerinden alınması olarak okunuyordu. Arendt’e göre, “(...) bu insanlar yurtlarını terk edince yurtsuz; vatanlarını terk edince vatansız, insani haklarından mahrum edilince haksız, bir pislik güruhuna dönüşürler.” Yahudi Soykırımı ile ilgili fotoğraflar, insan haklarını düşündürmek adına yardımcı olabilirler. Şiddet görüntüleri, gelinen son noktayı gösterirler ve bu son noktadan hareketle temel insanlık ilkelerini sorgulayabiliriz. Amerikalı kuramcı Susie Linfield, insan haklarına fotoğraflar aracılığıyla nasıl dikkat çekilebileceği ile ilgili şu yorumda bulunur: İnsan haklarını fotoğraflamak oldukça güç bir iştir: neye benzeyebilir ki? Aslında haklar hiçbir şeye benzemez. O halde insan haklarına sahip biri neye benzer? Bir insana benzer hepsi bu. Ancak fotoğrafçıların yapabileceği ve oldukça iyi biçimde de yaptığı, böyle haklara sahip olmayan insanları ve bu hakların yokluğunun insana yaptıklarını göstermektir. Böylece bizlere haklarının mücadelesini veren insanların gerek galip gerekse mağlup olarak neye benzediklerini gösterirler. Örneğin 1941 yılında, tüm hakları ellerinden alınan, açlık ve tifo virüsüyle mücadeleye mahkûm edilen Yahudileri Varşova varoşunda fotoğraflayan Polonyalı fotoğrafçı Heinrich Jöst’ün fotoğraflarında insan haklarını hiçe sayan uygulamaların izlerine rastlarız. Alman toplumbilimci ve düşünür Theodor W. Adorno bu fotoğrafların gösterilmesine karşı çıkarak şunları söyler: Kurbanlar onları harcayan Dünya tarafından yutulmak için fırlatıp atılan sanat yapıtlarına dönüştürülmüştür. Tüfek dipçikleriyle dövülenlerin bedensel acısının çıplaklığını gösteren o sözde sanatsal betimleme, uzak da olsa, bir haz verme olanağı barındırır. Akıl almayacak olan, dehşeti yitirerek başka bir şeye dönüşür. Yalnızca böyle bile kurbanlara bir haksızlıkta bulunulur; yine de kurbanlardan kaçan hiçbir sanat adalet taleplerine karşı ayakta kalmamıştır. Çaresizliğin sesi bile, iğrenç bir onamaya takdirde bulunur. Adorno ve onun gibi düşünen eleştirmenlerin aksine Susie Linfield, oldukça farklı ve olumlayıcı bir önerme sunar. Linfield, yok edilmesi ve böylece hiç var olmamış gibi unutulması gereken bir ırkın kaydedilen görüntüleri sayesinde “Katledilen milyonları geri getiremesek de Hitler’in bir nevi kozmik unutuş planını mağlup edebiliriz,” der. Amerikalı kuramcı Susan Sontag içinse, “Bir halkın çektiği acıları ve katliamlara kurban gitmesini gösteren fotoğraflar, ölümden, bozguna uğramaktan ve şehit düşmekten daha çok şey hatırlatırlar bize. Mucizevi bir durum olan hayatta kalmayı akla getirirler mesela.”


Fotoğraf: Dr. William L. Shulman, Bir Ülke Terörü: Almanya, 1933-1939, New York: Soykırım Kaynakları Merkezi ve Arşivleri

Bu nedenle fotoğraflarda gösterilen acıların ve yıkımların estetik ölçütler doğrultusunda eleştirilmesinin dışında hatırlatıcı bir belleğin oluşmasına katkıda bulunduklarına da dikkat çekilmelidir. Fransız Antropolog David Le Breton’a göre, “Yanık yarasının ne olduğunu anlamak için yanmak gerekir. Ama gene yanan başka birisinin acısının derecesini anlayabilme olanağı yoktur.” Bu saptama başkalarının acısını görüntüler ve betimlemeler aracılığıyla birebir yaşayamayacağımız düşüncesini en iyi şekilde ifade eder. Ancak Yahudi Soykırımını gösteren fotoğrafların bugün önemli olma nedenleri bu acıları izleyicilere birebir aktarıp aktarmadıkları ve kışkırtıcı estetik öğeleri barındırıp barındırmadıklarından çok, yeninin bilgisini ve şokunu yaratmaları üzerinden de okunmalıdır. Bu fotoğrafların büyük çoğunluğu özgürleşme sonrasında fotoğraflanabildi. 1945 yılında sona erdirilen İkinci Dünya Savaşı’nın ardında bıraktığı fotoğrafların çoğu savaşın son anlarına dek süregelen ve henüz sıcaklığını koruyan yıkımları göstermektedir. Bugün ise İkinci Dünya Savaşı’na ait kolektif bir hafıza oluşmuşsa fotoğraflar bu hafızanın oluşturulmasında çok önemli rol oynayarak bir daha asla gerçekleşmemesi için daima hatırlanmasına katkı sağlarlar.