Kevin Carter’ın Sudan’da açlıktan ölmek üzere olan küçük bir kız çocuğunu yanındaki akbaba ile çektiği fotoğrafı, ölüm derecesinde açlık çeken Afrikalı çocukların temsili haline gelen ikonlaşmış bir fotoğraftır. Bu fotoğraf, farklı niyetlerle birden çok basılmış ve yayınlanmış, toplumsal düzeyde seferberlik yaratmak amaçlı yardım kampanyalarında kullanılmıştır. Ancak bu fotoğraf ilk kez yayınlandığında daha farklı bir tartışmaya neden olmuştur. Eleştirmenler, Carter’ın çocuğu akbabadan korumak için bir şey yapmadan onun çok yakına gelmesine nasıl izin verdiğini sorgulamışlardır. Bu fotoğrafı çektikten sonra çocuğa yardım etmiş midir? Carter bu sahneyi çekmeye karar verdiğinde belli ki çocuk ölüme çok yakındır ve ona yardım etmek yerine bu zamanı sadece fotoğraf çekmek için kurgulamıştır.
Bu durum, eleştirmenlerin büyük çoğunluğuna göre Carter’ı çocuğa karşı işlenen insanlık suçunun ortağı yapmaktadır. Carter’ın Pulitzer Ödülü aldıktan birkaç ay sonra, 27 Temmuz 1994 tarihinde 33 yaşında intihar etmesinin ardından, “akbaba ve çocuk” fotoğrafıyla ilgili kurduğu ahlaki bağ tartışılmaya başlar. Amerikalı antropolog Arthur Kleinman ve sinoloji* profesörü Joan Kleinman söz konusu durumu şöyle değerlendirirler: “Carter’ın mesleki başarısının insanca davranmak konusundaki başarısızlığının bir sonucu olduğu hakkında ahlâk dersleri vermek kolaydır. Ancak hatırlamamız gerekir ki, bu yıl dünyada birçok fotoğrafçı ve gazeteci şiddetli siyasi çatışmalar esnasında öldürüldü (...) Kevin Carter’ın kariyeri ahlaki bir başarısızlık masalı olduğu kadar bir cesaret ve profesyonellik hikâyesidir. Ayrıca çektiği fotoğraf, siyasal tanıklık oluşturan ve yardımları harekete geçiren bir etkiye sahiptir. Kevin Carter gibi foto muhabirleri, sessizliği önlemek için küresel bağlamda insani bir çabaya katkıda bulunurlar. Bu çok önemli bir katkıdır.” Travma uzmanı Amerikalı Doktor Patrice Keats’e göre ise, “İzleyiciler, stres altında veya ölümcül bir tehlike altında fotoğraf çeken foto muhabirleri için şartlarının ne kadar ağır olduklarını göz önünde bulundurarak biraz anlayış göstermelidir.”
Başlangıçta yapılan eleştiriler güçsüz kurbana karşılık güçlü profesyonellik ekseninde şekillenmiştir; ancak Carter’ın intiharının ardından ahlaki hesaplaşmayla ilgili başka bir tartışma konusu gündeme gelmiştir. Foto muhabirlerinin zor konular karşısında fotoğraf çekerek bu fotoğrafların dikkate değer olması için çaba göstermeleri, kariyer hedefleri ile bağlantılı gözükmektedir. Keats haber fotoğrafçılarıyla ilgili bir saha çalışması yaptığı “The Moment is Frozen in Time” (An Zamanın İçerisinde Dondurulur) başlıklı makalesinde haber fotoğrafçılarının yaşadıkları travmaya odaklanmış ve bu travmanın etkilerini incelemiştir. Çalışmanın sonucuna göre Keats, belirgin saptamalar yapmıştır: Fotoğrafçılar öncelikli olarak bir haber telaşı içerisinde hareket etmektedir ve görev yaptıkları sahada oldukça büyük bir rekabet söz konusudur, bu nedenle bazı duygu durumlarına kendilerini kaptırmak konusunda yeterli vakitleri ve buna ayıracak enerjileri kalmamaktadır. Sonuç olarak şiddet görüntüleri karşısındaki tutumları ve ifadeleri yine şiddet içerebilmektedir. Buna karşılık şok ve hayret duygusu özellikle olaylarla ilk karşılaşma anında çok belirgin olmasına karşın zaman içerisinde korunma ve savunma duyuları gelişir ve bu durum, olaylar ile birebir duygusal veya fiziksel bağlantı kurmamaya, kaçınmaya neden olabilir.
Keats’in yaptığı çalışmada vurguladığı en önemli noktalardan biri de hiçbir duygusu olmayan birer avcı olarak nitelendirilirken haber fotoğrafçılarının toplumsal ilişkilerinin zayıflaması ve toplumsal olarak kötücül tanıklar olarak itham edilebilmeleridir. Keats’in yaptığı araştırmaya göre zor çalışma koşulları da üzerine eklenince yapılan tüm eleştiriler fotoğrafçılar için büyük üzüntüye ve travmalara neden olmaktadır. Bu araştırmada Keats ile haber fotoğrafçıları arasında geçen diyalogların bazılarına yer vermek gerekirse şu türden ifadelere rastlanır:
“-Haberler sürekli karnı doyurulması gereken bir canavar gibidir”, “-Kendimi ağır bir sorumluluk altında hissediyorum”, “-Bu sanki birinin ruhunu çalmaya benzer”, “-Sanki bir insan değilmişim gibi hissettim”, “-Bir adrenalin koşusu var”, “-Bir hastalık gibi, ön saflarda yer almayı seviyor”, “-Kameramı doğrultmak istemedim ve o anda birden insan olduğumu hissettim”, “-Kamera tıpkı konforlu, güvenli bir battaniye gibi kavrar beni”, “-Bizler kara mizah kullanırız”, “-Sanki bir camın ardında dikiliyormuşum gibi”, “-Görüntüler zihnimin derinliklerindeki bir arşiv kutusunda yerini alacak”, “-Tüm bu şeylerin zihninizden sökülüp atılması için kendinize fırsat tanımalısınız (...) güçleneceksiniz”, “-İnsanların söyleyip durdukları şey bir grup akbaba olduğumuzdu”, “-Bana ‘pislik’ diye seslenildi, bizler bu gezegenin pislikleriyiz.”
Bu ifadeler arasında en dikkat çekici olanı da “fotoğraf çekmek” anlamında kullanılan “fotoğraf atışı yapmak” (shoot photograph) ifadesidir ve ateşli silahla atış yapmayı çağrıştıran bu tanımlama günümüzde bir fotoğraf terimi olarak kabul görmektedir. Keats, araştırmasının tanıkları olarak kullandığı, isimlerini saklı tuttuğu haber fotoğrafçılarının neler düşündükleri ve yaşadıkları üzerine fikir sahibi olabilmemizi kolaylaştırır. Sonuç olarak, Keats’in de Kleinman’ın da vurguladıkları gibi haber fotoğrafçılarının çalışma alanları çok zorludur ve yapılan eleştiriler bu durumun göz ardı edilmesine neden olabilir. Bu fotoğraf ve ardından Carter’ın ölümü hakkında yapılan tüm spekülasyonlar öyküsel bir anlatıya ve sonunda da hem fotoğraf hem de Carter modern ikonlara dönüşmüştür. Her ikisi de ölüm derecesinde acı çekmenin ikonları haline gelmişlerdir. Avusturyalı düşünür Ludwig Wittgenstein’a göre, “Acı içinde olan kişi bu duruma -ya da bu durumun anlamına- kendi içseli yoluyla bir ayrıcalık elde ederek ulaşmaz. Bu anlayış içinde, iç dil imkânı yoktur; acı (istemli veya istemsiz) acıdır (...)” Wittgenstein’a göre acıya ilişkin özel bir dil yoktur ve durum bu herhangi bir dili evrensel olarak anlaşılabilir yapmaz. Wittgenstein’ın yaklaşımı, bir anlatı biçimi olarak kabul edebileceğimiz fotoğraflar üzerine yansıtıldığında acıyı betimlemelerinin imkânı olmadığı ve evrensel olarak anlaşılmalarının mümkün olmadığı sonucu çıkabilir. Ancak Wittgenstein’ın aksine İtalyan kuramcı Primo Levi’ye göre görseller aracılığıyla başkalarının acılarını tanıyabilir ve bu acıları yaşayabilecek bireyler olduğumuzun farkına vararak, kendimize ayrıcalıklı durumlarımızın dışında bir noktadan bakabiliriz. Levi’ye göre, “Başkalarının acısına erişmek için acı çeken bireyler olduğumuzu göz önünde bulundurmak, bu bağlantılık ilkesi sayesinde başkaları tarafından çekilen acılara erişilebilirliği mümkün kılar. Bir şeyleri keşfetmek ya da evrensel bir ifade biçimi oluşturmak çok gerekli değildir -örneğin sembolik olarak görsellik vasıtasıyla ifade edildiği gibi- acıyı tanımak ve cevap olabilmek önemlidir.” Acının içselleştirilmesinden çok paylaşılmasını öneren Levi için gerekli araçlar temsillerdir ve tıpkı Kevin Carter’ın fotoğrafı aracılığıyla da deneyimleyebileceğimiz gibi bizlerin acı üreten faaliyetleri öğrenmemiz için en etkili temsili kaynaklardan biridir fotoğraf.
Dipnot:
* Çin tarihi, kültürü, dili ve edebiyatını araştıran bilimsel disiplin.