Sakın şu elinizde tuttuğunuz dergiyi tasarlayan hanımların “kolay lokma” olduklarını sanmayın!
Ahhh biz yazarlara neler çektirdiklerini bir bilseniz...

Bakın anlatayım;
Oturdum, uğraştım, didindim sonunda bu sayı için bir yazıyı tasarlayıp, yazıp, toparlayıp Şalom Dergi’nin yazı kuruluna gönderdim. Yazı, iki kardeşten birinin yapmış olduğu büyük bir fedakârlıkla ilgili acıklı tarihî bir olayı naklediyordu. Ben, gururlu ve hoşnut, tekrar-tekrar yazmış olduklarımı keyifle okurken, e-maili gönderdikten tam on dakika sonra bir telefon geldi. Şöyle denildi;
- Moris be, Allah’ını seversen içimizi kapama! Ne bu maden işçileri filan? Konu mu yok? Aşk yaz! Tutku yaz! Kahkaha yaz! İçimizi aç biraz. Sen yapabilirsin bunu!

Çaresiz, geçtim bilgisayarın karşısına. Mevsim kış. Ülkenin gündemi yanmış şeker renginde! Hava karanlık. Anlaşılan hanımefendiler Nazım Hikmet’in, hapishanesindeki hücresinden göğe bakıp meşhur şiirini yazdığı andaki ruh halindeler. Ne demişti büyük üstat;
Hava puslu, soğuk
Kırlar koyu, kırmızı
Saman sarısı, ölü yeşil
Kış gelmek üzere oysaki gönül
Kışa girmeye hazır değil.

- Tamam, dedim kendi kendime, gönüller kışa tepkili. Bahar daha kış bitmeden özlendi. Çare yok! Emir hanımlardan geldi. Daha da önemlisi on dakika geçmeden bağırdan gelen bir tepkili haykırış ile geldi. İçler sıkkın.

Hani askerlikte eğitim yaparken çavuş bağırırdı;
- Tüfek çatılacaaaak. Çatttt.

Düşündüm, ben şimdi yazının “Aşk ve kahkaha yazılacaaaak, yazzzzz” halindeyim.
“Ne yapalım, ne yazalım?” diye düşündüm bir süre, sonunda arşivde, buyurulduğu gibi içinde hem aşk hem tutku hem de kahkaha olan iki öykü buldum. Bakalım beğenecek misiniz?

Önce, Josefin ve Napolyon hakkında “fısıltı tarihinde” yazılı olan bir öykü var
Onu anlatayım size. İçinde hem aşk var (hem de sırılsıklam), hem tutku var (yerinde duramacasına) ve de hem de kahkaha var...
Ünlü İmparator Napolyon, kendisinden 6 yaş büyük Josefin Rose de Beauharnais ile ilk tanıştığı anda büyülenmişti. Kocası, Fransız ihtilalinde giyotin ile idam edilmiş olan güzel dul kadın, Napolyon’un yanına teşekkür etmek için gelmişti. Çünkü Josefin’in oğlu bir hafta önce Napolyon’dan, babasının itibarının iade edilmesi ve ondan alınan ailenin kılıcının da kendisine verilmesini rica etmek için gelmiş ve olumlu yanıt almıştı. Teşekkür elzemdi yani. Aslında açıkçası kadın bir süredir güzelliği ve parlak zekâsı sayesinde dönemin yetkililerinden bir-iki tanesine küçük tatlı maceralar yaşatarak adım adım hedefine doğru yükselmişti ve muhtemelen “hayır” cevabı alamayacağı bir taleple oğlunu Napolyon’a gönderen de o idi.
Neyse canım, tutku nedir ki zaten. Önce tanıştılar, sonra Josefin nasılsa bir anda Napolyon’un metresi oldu ve sonra da Napolyon ile evlenmeyi başardı ve daha da önemlisi Napolyon’un taç giyme töreninde, elinde imparatorluk tacını tutan kocasının önünde aniden diz çöküp taca doğru başını uzatarak -Fransa tarihinde olmayan bir unvanı- imparatoriçeliği kapıverdi. Taç giyme törenini izleyenlerin anlattıklarının yalancısıyım. Törenden aylar sonra yapılan aşağıdaki tablo da bu söylentileri kesmek için, Josefin’in imparatoriçeliğini vurgulamak üzere yapılmış olmalı.

Anlatacağım o ki; işte o Josefin’in daha önce kendisine genç toy bir delikanlı gibi âşık olan Napolyon’a ilk kez “evet” yanıtını verdiği bir gece, birlikte Josefin’in evinde buluştular. Bir iki kadeh şampanyadan sonra Josefin, nedense yatak odasındaki bir -Ne uydurayım şimdi? Ha buldum!- “şapka kutusunu” 😊 göstermek için Napolyon’u elinden tutup götürdü. Ama Josefin’in o dönemde Napolyon’dan başka bir aşığı daha vardı ve ne yazık ki yatak odasına kapatılmış idi. İşte o aşık; yani Josefin’in köpeği, Napolyon ile güzel sahibini paylaşmaya hiç hazır değildi ve köpek bir anda -üstelik Josefin daha şapka kutusunu bile gösteremeden- Napolyon’a saldırıverdi.
Fısıltı gazetesine göre köpek Napolyon’u, bacağının oldukça üstünde bir yerinden de ısırınca, bu ilk ziyaret istenmeyen bir şekilde o anda sona erdi. Aşk ve tutku erteledi.

 
Anlaşılan iyi ki yara kısa zamanda iyileşti. Bunu tablolardan anlıyoruz, çünkü Napolyon bütün resimlerinde eli ile karnını tutar, ısırılan yerini değil. Zaten sanırım ısırılan yerini tutup poz verse idi azıcık garip olurdu.


Neyse gelelim ikinci tutku, aşk ve kahkaha dolu öykümüze…
Machiavelli’ye büyük eseri “Prens”i yazarken ilham kaynağı olduğu söylenen entrikacı Cesare Borgia, aslında Papa 2. Alexander’in gayrimeşru oğlu idi.


Cesare Borgia 

Babası oğlunun soylu bir kadın ile evlenmesini çok istiyordu. Cesare Borgia da sırf soylu diye kaknem bir kadınla evlenmeyi reddediyordu. Neticede Navarro kralının kız kardeşi, güzelliği dillere destan Charlotte d’Albret gelin olarak seçildi. Bakmayın sonradan çekilen filmlere, yazılan aşk romanlarına, kıza fikrini sormadılar tabi, istemeye istemeye görkemli bir düğün ile Cesare Borgia ile evlendirdiler. Zaten aşağıda bulabildiğim düğün resmindeki yüz ifadesi için çok şey yazılabilir ama tutku ve aşk ifadesi görülebildiği yazılamaz.

Charlotte d’Albret


Buna karşın tarihçilerin yazdığına göre, Cesare Borgia genç kızı görür görmez büyük bir tutku ile yalnız kalacakları anı çekmeye başladı. Kız çok çok güzeldi. Aşık damat ilk gecenin tadını bol bol çıkarabilmek için eczacısından çok kuvvetli bir afrodizyak hazırlamasını istedi. Ama diyorum ya! Prens pek sevilmemekteydi ve eczacı ona afrodizyak yerine kuvvetli bir laksatif vermeyi tercih etti. Zavallı damat ilk geceyi yatak odası yerine sabaha kadar tuvalette geçirdi. Tuvaletten gelen sesler de kesinlikle aşk için söylenen tutku dolu serenatlara benzemiyordu. Sabaha karşı, bir tuvalete bir yatak odasına koşuşturma esnasında Cesare Borgia nasılsa vazifesini yapabildi ve tedirgin babasına rapor verdi. Gerçekten abartmıyorum! Böyle bir rapor, tarihî kayıtlarda var. Hemen o geceden sonra da Charlotte d’Albret nasılsa hamile kaldı. Ama bu aşk ve tutku dolu evlilik o aydan sonra garip olaylar, anlamsız seferler ve gelişmeler yüzünden devam edemedi.
Eczacıya ne mi oldu? Düşünmek bile istemiyorum.

İşte aşk ve tutku dolu iki öykü birden!
Kahkaha nerede mi diye sordunuz? Onu da iyi yazmış isem siz atarsınız artık...

Not: Yukarıda anlatılan her öykü de gerçektir. Şu farkla ki, Josefin’in köpeği Napolyon’u evlendikten sonra ısırmış idi.