Geçtiğimiz haziran ayında tüm dünya, OceanGate tarafından işletilen Titan isimli denizaltının Kuzey Atlantik Okyanusu’nda kayboluşunu konuşuyordu. Çağımızın hipersonik hızda değişen gündeminden dolayı Titan olayını hatırlayamayanlar için ufak bir özet geçeyim.


Titan, ünlü Titanic gemisinin enkazını görmek için turistik amaçlı sefere çıkan bir denizaltıydı. Denizaltında 5 yolcu bulunuyordu, İngiliz milyarder Hamish Harding, Pakistan’ın en zengin iş adamlarından milyarder Şehzade Davut ve 19 yaşındaki oğlu Süleyman Davut, OceanGate’in kurucusu ve CEO’su Stockton Rush ve denizaltı pilotu Paul-Henri Nargeolet. Bu turistik gezintinin ücreti bilet başına 250 bin dolardı. 18 Haziran sabahı başlayan dalış operasyonunda, denizaltından iletişim kesilince işlerin ters gittiği anlaşıldı. Başta denizaltının kayboluşu medyada endişeyle karşılandı. Ancak, denizaltındaki yolcuların zenginliklerine ve yolculuğun ücretine dair bilgiler su yüzüne çıktıkça başlangıçtaki endişe, şaka yapmaya, alaya, dalga geçmeye dönüştü. Bu olayın gündemde olduğu hafta boyunca Instagram, Twitter ve TikTok gibi mecralarda “denizin altındaki milyarderlerin cüzdanlarının yüzeye çıkmasını bekliyorum”, “milyarderler aslında derinlerde iyi insanlardır”, “Titanic 100 sene sonra beş zenginin daha canını aldı” gibi şakaların binlerce çeşidini görmek mümkündü.



Ultra-zenginlere karşı duyulan hoşnutsuzluk
Son yıllarda popüler kültürü yakından takip edenler için ultra-zenginlere karşı duyulan hoşnutsuzluğu görmek şaşırtıcı olmamalı. Sadece son beş senede çıkan “zengin karşıtı” film ve diziler arasında Barbie, The Menu, Triangle of Sadness, The Platform, Succession, White Lotus, Glass Onion, Squid Game, Sorry to Bother You ve “En İyi Film”, “En İyi Yönetmen” ve “En İyi Senaryo” Oscar ödüllerini kazanan Parasite gibi eserleri sayabiliriz. Bu eserlerdeki hoşnutsuzlukların, toplumdaki hoşnutsuzlukların temsilleri oldukları aşikâr. Toplumdaki zengin karşıtı hislerin sebebi ise çok bariz: artmakta olan gelir eşitsizliği. Credit Suisse’in 2021 senesindeki raporuna göre dünyanın en zengin %1’lik kısmı, küresel servetin %47,8’ine sahip. 2022 Dünya Eşitsizlik Raporu’na göre ise dünyanın en fakir %50’lik kısmı küresel servetin sadece %2’lik kısmına sahip. Forbes’a göre dünyanın en zengin 10 milyarderinin toplam serveti, Brezilya, Avustralya, İspanya gibi ülkelerin servetinden daha büyük. Zaten yüksek olan gelir eşitsizliğinin daha da artmasında Covid-19’un da etkisi oldu. Oxfam’a göre 18 Mart 2020’den 2020’nin sonuna kadar küresel milyarder serveti 3,9 trilyon dolar artarken dünyadaki işçilerin toplam kazançları 3,7 trilyon dolar azalmış. Gelir eşitsizliğindeki uçurum genişledikçe toplumun geri kalanının ultra-zenginlere karşı öfkesinin artması kaçınılmazdır. Bu bağlamda ele alındığında, kültürdeki zengin karşıtlığı trendini anlamak hiç de zor olmamalı. Örneğin, Titan denizaltı olayında milyarderlerin acısı birçok insana “schadenfreude” diye isimlendirilen duyguyu yaşattı. Almancadan gelen “schadenfreude” kelimesi, hoşlanılmayan bir kişi veya grubun acısından elde edilen zevki betimler. Politik olarak belirsizliklerle dolu, arka arkaya devamlı ekonomik krizler yaşayan bir dünyada bir grup milyarderin servetlerini arttırmaya devam ediyor oluşu, doğal olarak birçok insanın ultra-zenginlerin talihsizliklerinden zevk almasına sebep olacaktır.



Ultra-zenginleri eleştiren anti-kapitalist film ve diziler oldukça popülerleşti
Yukarıda da bahsettiğim gibi, milyarderlerden nefret etmenin trend haline geldiği bu dönemde ultra-zenginleri eleştiren anti-kapitalist film ve diziler oldukça popülerleşmiştir. Fakat film ve dizilerdeki eleştirilerin gerçekten de kapitalist dünyanın sorunlarına karşı somut siyasi çözümler sağladığını düşünmek hata olur. Mark Fisher, 2007’de yayınlanan “Kapitalist Gerçekçilik” kitabında çağdaş dünyada anti-kapitalist tutumların kapitalist sistemin içinde eridiğini, hatta sistemin anti-kapitalist eylemleri tekrardan kâra dönüştürebildiğini anlatır. Örneğin, Marksist bir insan, Zara’ya girip Che Guevara baskılı bir tişört satın aldığı zaman her ne kadar devrimci bir eylemde bulunduğunu düşünebiliyor olsa da aslında Zara’nın kurucusu, 54 milyar dolar serveti bulunan Amancio Ortega için, kâr yaratmış olur. Tüketim toplumundaki tüm eylemler sistemin çarklarını döndürmeye yarar ve ne yazık ki, buna sistem karşıtı eylemler de dahildir.

Kapitalizm ve anti-kapitalizmin ne kadar iç içe geçtiğini film ve dizi sektöründen iki güncel örnek üzerinde konuşabiliriz. Netflix’te bu sene yayınlanan Black Mirror dizisinin yeni sezonunun ilk bölümü, Netflix’in kendisi hakkındadır. Bu bölümde Hollywood yıldızı Salma Hayek'in yapay zekâyla üretilen temsili, Netflix tarafından kendi onayı olmadan bir dizide kullanılır. Black Mirror, tüm bölüm boyunca Netflix’in yapay zekâ teknolojisini ve kullanıcı verilerini istismar etmesini, açgözlülüğünü ve ahlaksızlığını eleştirir. Fakat işin ilginç yanı bu kuvvetli eleştirinin, eleştirdiği platformda yapılmasıdır.

Oldukça benzer bir başka örnek ise Barbie filminde karşımıza çıkar. Filmde Barbie’ler çok sert eleştirilir, film Barbie’lerin ebeveynleri ve kızları alışveriş yapmaya ve tüketici olmaya teşvik ederek kapitalist sistemi devam ettirdiğini, feminizmi sadece tüketerek gösterdiğini doğrudan ifade eder. Film, yetmezmiş gibi Barbie’leri üreten Mattel şirketini de eleştirir. Filmde Mattel şirketinin yönetim kurulu, sadece göstermelik feminist olan, ikiyüzlü, açgözlü, beyinsiz bir grup erkektir. Yine işin tuhaf yanı, tüm bu yerinde eleştirilerin Mattel şirketinin yapımcılığını üstlendiği Barbie filminde yapılmasıdır.



Peki, acaba Netflix ya da Mattel gibi milyar dolarlık şirketler kendilerine yapılan eleştirileri neden kendileri üretiyor?
Eğer eleştirilerin gerçekten kendilerine zarar verebileceğini düşünselerdi üretirler miydi? Ne yazık ki işin gerçeği, günümüzde anti-kapitalist eleştirilerin, alınıp satılan, üretilip tüketilen ürünler haline gelmiş olmasıdır. Mark Fisher’a göre sistemin içerisinden yapılan bir eleştiri başarılı olamaz çünkü, bu sistemde başarı bile başarısızlık anlamına gelir, başarmak sadece sistemin besleneceği taze et olmanız demektir. Günün sonunda Black Mirror’ın başarısı Netflix’in, Barbie’nin başarısı Mattel’in kârlarının artmasına yarar. Mark Fisher’ın dediği üzere, “Film, bizim anti-kapitalizmimizi bizim yerimize ifade ederek, bizim suçlu hissetmeden tüketmeye devam etmemizi sağlar.” “Barbie’nin tüm kötülükleri listelendiğine göre rahatlayabilirim ve filmin keyfini çıkarmaya devam edebilirim” diye düşünürüz. Fakat medyadaki eleştirilerin işe yaramaz oluşu, tabii ki de eleştirilerin yapılmaması gerektiği anlamına gelmiyor. Aynı zamanda zengin karşıtı ve anti-kapitalist film ve dizileri tüketirken suçlu hissetmemiz gerektiği anlamına da gelmiyor. Sadece, tüketilmek için yaratılan eleştirinin radikal bir değişime yol açmayacağının farkında olmamız gerekiyor.

Black Mirror’ın ilk bölümünü izledikten sonraki radikal eylem Netflix hesabımı silmek olurdu, bir sonraki bölüme geçmek değil. Fakat günün sonunda eğlenmeye ve tüketmeye olan arzum buna izin vermedi. Belki de çağımızın meselesi yeni arzular edinebilmeyi öğrenmektir.