Oscar ve Altın Küre yarışında isimlerine sık sık rastladığımız, NETFLİX’te izlenen iki film bizde vizyona girmeyecek. Bu yazımı 2019’un en çok sözü edilen filmleri arasında yer alan “Marriage Story” ile “The Irishman”e ayırdım.
Marriage Story’yi sinemada İKSV’nin filmekimi festivalinde izleme fırsatını bulduk. The Irishman Netflix’te yer almadan önce bir tek gösteride Kanyon’da beyaz perdede izlendi.
Dağılan bir evliliğin anatomisi
Sinema kariyerine Wes Anderson ile yazdığı senaryolarla başlayan, sonraları yönetmen olarak bağımsız sinemanın önde gelen isimleri arsına giren Noah Baumbach aile ilişkilerine odaklanan filmleriyle tanınıyor.
Prömiyerini yaptığı Venedik Film Festivali’nde beğeni kazanan son filmi “Marriage Story”, başrol oyuncusu Adam Driver’a Toronto Film Festivali’nde En İyi Performans Ödülü’nü getirdi.
İKSV’nin filmekimi etkinliği, sinema ürünlerinin sinema salonlarında izlenmesinin önemli olduğuna inanan benim gibi sinefiller için “Marriage Story”i programına almıştı. Bu çarpıcı ve etkileyici aile dramı, dağılan bir evliliğin ve birlikte kalan bir ailenin dokunaklı ve şefkatli hikâyesini konu alıyor. Oscar Ödüllü film yapımcısı Baumbach, otobiyografik izler taşıdığı söylenen bu ayrılık hikâyesinde adalet mekanizmasını eleştirirken, avukatların devreye girmesiyle, boşanmanın yıpratıcı bir sürece girip olayın çirkinleşmesine yol açtığını gözlere seriyor.
Mizahı dramla harmanlayan, başarılı gözlemlerden güç alan zengin senaryosuyla, akıcı diyaloglarıyla, ilgiyi baştan sona ayakta tutan dinamik anlatımıyla “Marriage Story” izlenmeyi hak eden bir film. Tiyatro yönetmeni nazik, esprili, komplekssiz, yetenekli ve özgüven sahibi Charlie (Adam Driver) ve güzel oyuncu eşi Nicole (Scarlett Johansson) tek çocuklarıyla New York’ta büyük bir aşk ile başlayan evliliklerinin tıkandığını görürler ve medeni bir şekilde boşanmaya karar verirler.
Annesinin yaşadığı Los Angeles’ten iş teklifi alan Nicole, annesinin evine taşınıp ünlü bir boşanma avukatı olan Nora (Laura Dern) ile anlaşır. Charlie’nin avukatı Bert (Alan Alda) daha sönük bir kişiliğe sahiptir. Çocuğun velayetini almak için açılan dava sürecinde, tekrar bir araya gelip evliliklerini sürdürme ihtimali yüksek iken, çiftin ilişkileri daha da yıpratıcı bir hale gelir.
İzleyici kendini özdeşleştirebiliyor
Sekiz yaşındaki bir çocuğun velayetini müvekkiline kazandırma adına her türlü çirkinliğe başvuran Nora, iki eski sevgilinin birbirlerine düşman kesilmesine yol açar. Film, Charlie’nin evliliklerinde karısının kendisi için söylediği güzel sözlerin yazılı olduğu, mevcudiyetini bilmediği bir kâğıdı bulup, büyük bir üzüntüyle okuduğu bir sekansla noktalanıyor.
Senaryosunda otobiyografik ögelere yer verdiğini bildiğimiz Noah Baumbach’ın taraflara eşit mesafede davranmayıp, boşanma sürecini yaşayan çiftin erkek tarafının mutsuzluğunu daha içten hissettirdiğine şaşırmıyoruz. Filmin finali yaklaşınca yeni bir hayat arkadaşı bulan Nicole boşanmayı arzularken, mağdur taraf olarak gösterilen Charlie’nin acı çeken taraf olduğuna tanıklık ediyoruz.
Başarılı bir kariyeri olan eşinin gölgesinde kaldığını düşünen, potansiyelini kariyerinde kullanamadığı için mutsuz olan Nicole, kocasının ihanetini öğrenince ayrılık sürecini başlatır. Nicole tuttuğunu koparan ünlü bir boşanma avukatı tutarken, boşanma sürecine kerhen katılan Charlie haklarını koruyacak bir avukat tutmada son derece beceriksiz davranır.
Yaşadıkları ilişkilerini veya evliliklerini sağlıklı bir şekilde bitiremeyip ayrılık süreci yaşayan izleyiciler “Marriage Story”deki çift ile kendilerini kolaylıkla özdeşleştirebiliyorlar. Noah Baumbach adalet sisteminin, boşanma olayına, çocuklarının velayeti konusunda, birbirlerini sevmeyi sürdüren bir çiftin birlikteliklerini bölerek yaklaştığını düşünüyor.
Baumbach ilişkiler ve evlilikler üzerine yaptığı filmlerden “Mürekkep Balığı ve Balina” (2005) ile şöhreti yakalamıştı. Yasak bir ilişkiyi anlatan “Margot at the Wedding” (2007), “Kicking and Screaming” (1995), Fransız Yeni Dalga akımına saygı duruşunda bulunan “Frances Ha” ve bir babanın üç çocuğuyla hesaplaşmasını anlatan “Meyerowitz Stories” (2017) hep aile konseptli filmlerdi.
Oyuncu kadrosuna gelecek olursak… NY’a taşınarak oyuncu eşinin kariyerini geliştirmesini engelleyen, evini kendi zevkine göre döşeyen, üstelik aldatan eş olan Charlie, senaryoda mağdur taraf olarak yer alıyor. Bu rolde Hollywood’un yükselen değeri Adam Driver etkileyici bir performansa imza atıyor. Scarlett Johansson kariyerinin en başarılı işini çıkarırken, gayeye ulaşmak adına her türlü vicdansızlığı mubah gören makyevalist yırtıcı avukat rolünde Laura Dern, gözüktüğü her sahnede herkesten rol çalıyor. Nitekim Altın Kürede En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Ödülü’nü bileğinin hakkıyla alıyor.
Noah Baumbach’ın kariyerinin en parlak işi olduğunu düşündüğüm “Marriage Story”ye getirilecek eleştirilerden biri 135 dakikalık süresiyle çok uzun oluşu.
Scorsese’nin 13 yıllık projesi
Sinema sanatının en iyi mafya filmleri yönetmenleri arasında gösterilen Martin Scorsese (77), En İyi Film ve Yönetmen Oscar ödüllerini kazandığı “Köstebek / The Departed” (2007), “New York Çeteleri” (2002), “Casino”dan (1995) sonra “The Irishman” ile gangsterlerin suç dünyasına dönüyor.
Ancak sonda söyleyeceğimizi başta söyleyelim: Bu son film yönetmenin isimlerini saydığımız mafya başyapıtlarının seviyesinde değil. Scorsese’nin kariyerinin en politik filmi olarak gösterilen ‘The Irishman’ CIA tarihinin en büyük fiyaskosunu, Castro’nun zaferiyle sonuçlanan Domuzlar Körfezi çıkarmasını (1961), John ve Robert Kennedy kardeşlerin suikastlarını (1963 ve 68), güçlü sendika lideri Jimmy Hoffa’nın gizemli kayboluş hikâyesini (1975), 2. Dünya Savaşının efsanevi Kuzey Afrika cephesi komutanı General Patton’nun öyküsünü içine alıyor.
M. Scorsese’nin, Charles Brandt’ın “I Heard You Paint Houses” adlı kitabını sinemaya uyarlama projesi 13 yıl öncesine dayanıyor. “Schindler’in Listesi” (1994) ile En İyi Uyarlama Senaryo Oscarı’nı kazanan Steven Zaillian, Brandt’ın Amerika’da siyasetin mafyalaşmasına dair kitabını bilinen becerisiyle senaryosuna taşıdı.
Proje 10 yıl evvel finansman sorununu çözüp gerçekleşseydi, Scorsese üç aktörünün (De Niro - Pacino, Pesci) gençlik dönemlerini genç aktörlere oynayacaktı. Netflix’in devreye girmesi ve gelişen teknolojinin dijital unsurları kullanarak geliştirdiği yöntem ile üç aktör gençlik dönemlerini kendileri canlandırdılar. Ancak pek çok sahnenin kare kare yeniden oluşturulması, filmin hazırlık aşamasının uzun sürmesine neden oldu.
Filmde 77 yaşlarındaki Robert De Niro ile Joe Pesci ile 80 yaşındaki Al Pacino’nun gençlik dönemleri başka aktörler tarafından canlandırılmıyor, üç aktör dijital efektlerle gençleştiriliyor. Ancak bu yöntem De Niro’da iyi netice vermiyor.
Hollywood’un en usta öykü anlatıcıları arasında gösterilen M. Scorsese, S. Zaillian’ın kendisine altın tepsi içinde sunduğu, karakter tahlillerinin ustalıkla yapıldığı zengin senaryoyu bilinen usta ve akıcı sinema diliyle perdeye aktarıyor. Film, şiddet, hırs, güç, yolsuzluk, hesaplaşma, ihanet, suç dünyası, yaşlılık ve nedamet gibi güçlü temaların hakkını veriyor.
Sendika lideri ve özel koruması
Film 1960’lardan 90’lara uzanan bir zaman dilimine yayılıyor ve merkezine kamyon şoförü Frank Sheeran’i (Robert De Niro) alıyor. Dönemin en güçlü mafya lideri Russell Bufalino’nun (Joe Pesci) bozulan motorunu tamir eden Frank, bu sayede ünlü sendika lider Jimmy Hoffa’nın (Al Pacino) özel koruması oluyor.
Frank sadakati ve becerikliliğiyle patronlarının gözünde adım adım yükselerek mafyanın gözde tetikçisi oluyor. Frank’ın hayatının 3 farklı dönemini anlatan film, kahramanının yaşlılık dönemiyle başlıyor, geriye dönüşlerle gençlik günlerini anlattıktan sonra, final sekansıyla başladığı yerde bitiyor. Ailesine bakmak zorunda olan bu eğitimsiz insan karanlık bir dünyanın içine girince verilen her emirde öldürülme korkusuyla yaşıyor. Ancak bunun bedelini çok ağır ödüyor. Çok kötü geçen yaşlılık döneminde etrafında, ailesi dâhil kimseyi bulmuyor.
Filmin az sayıdaki kadın kahramanlarından biri olan Frank’ın kızı Peggy (Anna Paquin) karakteri, senaryoda çok iyi işlenmiş. Çocukluğundan beri babasıyla yıldızı barışmayan Peggy, hayatı boyunca yaptıklarını tasvip etmediği babasına tavır koyuyor, ihtiyarlığında dahi kendisini affetmiyor ve Hoffa’yı adeta babasının yerine koyuyor. 30 Temmuz 1975’te Detroit’te lokantadan çıkarken ortadan kaybolan Jimmy Hoffmann öyküsünü, David Mamet’in yazdığı senaryodan Danny De Vito “Hoffa” (1992) filminde anlatmıştı. Kamyoncular Sendikası lideri olarak ABD siyasetinde güç kazanan, mafya ile iş birliği yapan Hoffa’yı “The Irishman” özel koruması Sheeran tarafından öldürülmüş olduğunu ileri sürüyor.
Filmin yönetmeni Martin Scorsese ile aynı yaşları paylaştığı dört erkek oyuncusu, kariyerleri boyunca birçok kez birlikte çalışmış bir ekibe mensup. Erkek oyuncular geçmiş yıllarda birlikte çalışmanın getirdiği arkadaşlık bağlarıyla “The Irishman” projesinin hayata geçmesinde katkıda bulunmuşlar.
Dördünün de mükemmel performanslarına tanık olduğumuz filmde Al Pacino burun farkıyla öne çıkıyor. Al Pacino - Robert De Niro ikilisi evvelce Michael Mann’ın “Büyük Hesaplaşma”sında (1995), Jon Avnet’in ‘Orijinal Cinayetler”inde (2008) ve Francis Ford Coppola’nın “Baba” filminin ikinci bölümünde (1974) birlikte oynamışlardı.
Martin Scorsese yönetiminde dokuz film çeviren Robert De Niro, bunlardan biri olan “Raging Bull”da (1980) iki Oscar Ödülü’nden birini kazanmıştı. Aktör Altın Palmiye Ödüllü “Taksi Şoförü” (1976) ve “Casino”da da (1995) Scorsese ile çalışmıştı.
Scorsese filmlerinde görmeye alışık olduğumuz Joe Pesci bu yönetmenin Sıkı Dostlar (1990) filmiyle En İyi Yardımcı Aktör Oscarı’nı kazanmıştı. Yine yönetmenin fetiş oyuncuları arasında yer alan Harvey Keitel’in, “The Irishman”de kısa bir rolü var.
On bir yaşındayken Jane Campion’un “Piano’suyla (1993) En İyi Yardımcı Aktris Oscarı’nı kazanan Anna Paquin, kısa rolüne rağmen “The Irishman”de parlıyor. Kanada doğumlu Yeni Zelandalı aktris en genç yaşta Oscar kazanan ikinci sıradaki oyuncu sıfatını koruyor.