Fotoğraflar: İsak Petilon


Birçok makale, sayısız röportaj, heyecanlı romanlar, bilgi birikimini artıran biyografiler ve daha fazlası sevgili Liz Behmoaras’ın kalemi ile hayat buldu. Bu kez çalışkan, cesur, Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarında dünyaya gelmiş Genç Cumhuriyet’te büyümüş bir kadının hikâyesi söz konusu. Azra Erhat ile Liz’in yolları kesişince bu kitap ortaya çıktı. “Ne Yaşamdan ne de Ölümden Korkan Küçük Dev Kadın” Liz Behmoaras için iz bırakacak bir çalışma…

Yeni kitabı Küçük Dev Kadın Azra hakkında Liz Behmoaras ile yaptığımız söyleşiyi sunuyoruz...

Sevgili Liz, yazmak sana neyi ifade ediyor?
Ne yazdığıma bakar! Roman yazmak, tıpkı roman okumak gibi başka bir evrene taşınmaktır. Şu önemli farkla ki yazarken bir yaratıcı yolculuğa çıkar, kendi kurallarını ve karakterlerini oluşturduğun, belki de hiç var olmamış bir dünyayı inşa edersin. Her detay, her diyalog senin hayal gücünden süzülüp gelir ve içine girdiğin bu evreni bizzat yaratmış olursun. Büyük bir mutluluktur bunu başarabilmek. Biyografi yazarken ise bir dedektif gibi geçmişin izini heyecan ve merakla sürersin, anlatılan kişinin ruhunu, düşüncelerini ve hayatının dönüm noktalarını anlamaya ve en iyi şekilde aktarmaya çalışırsın. Gazete yazısı yazmak ise gerçekleri ortaya koyarak okura ulaşmanın, onu bilgilendirmenin ve düşündürmenin hazzını taşır. Sanırım her yazım türü, farklı bir yanımı yansıtır ve bana farklı duygular tattırır.


Liz Behmoaras

Seni önce gazeteci olarak tanıdık, daha sonra yazar kimliğin ön plana çıktı. Bu nasıl oluştu? Yazarlığını neler besledi?
 
Nerdeyse okuma yazma öğrendiğim günden beri kelimelerle satırların peşindeyim. İlk keşiflerimde Kemalettin Tuğcu ve Rakım Çalapala’yla tanışmış ancak pek ısınamamış, Türk edebiyatının içinde en çok Aziz Nesin ve Dede Korkut Masallarının beni çektiğini fark etmiştim. Doğan Kardeş’in her sayısını sabırsızlıkla beklerdim. Her Perşembe okul çıkışı Fransızca Mickey dergisi satın alır, biriktirdiğim elli kuruşlar ile her ay Tintin’in yeni bir macerasını soluk soluğa okurdum. Alexandre Dumas’nın Üç Silahşörler kitabı ise bende hiç kaybolmayan tarihî roman aşkını yeşertmişti. Öyle ki, bir ara Osmanlı tarihi dersinde büyülenip kolları sıvamış, Osmanlı’da geçen bir roman yazmaya soyunmuştum ama iki sayfa ötesine gidememiştim. Ancak hevesim kırılmadı… Okulda herkesinkilerinden uzun “tahrirler” yazar, millî bayramlarda heyecan dolu şiirler döktürürdüm; evde ise sırdaş bir günlük tutardım. Hatta bazen coşkuya kapılıp, aynı odayı paylaştığım kardeşime her akşam tefrika usulü masallar anlatırdım. O uyuyakalınca bile devam eder, anlattıklarımın büyüsünde kendi kendime kaybolurdum.

Çocuk ve yeni yetme saflığıyla yazılanlar bir başka cesur, hakiki ve özgündür.

Profesyonel yazı yazma serüvenine ise uzunca bir aradan sonra ve çekingen diyeceğim adımlarla girdim. Önce Videotek için yabancı filmlere alt yazılar, kâh çeviri büroları kâh yeniden canlandırdığımız Şalom gazetesi için çeviriler, sonra yerli yabancı ünlülerle röportajlar, ardından biyografiler ve en nihayetinde romanlar çıktı gün ışığına…

Roman da yazdın, biyografi de. İkisi arasında senin açından nasıl farklar var? Romanda hayal gücünü kullanabilirsin, biyografide aslına sadık kalmak seni kısıtlamıyor mu? 
Her iki tür kendine has farklı zorluklar ve de güzellikler taşır. Biyografi yaratıcılığını zorlamaz! Başı, ortası, sonu bellidir. Ancak yoğun ve dikkatli bir çalışma gerektirir. Seçilen kişiye ait bilgilerin doğruluğu çok önemlidir. Kaldı ki, sadece bilgi aktarımı yeterli olmaz. Sevdiğim, inandığım bir formülüm vardır, bir eserimin ilk sayfasında yer alan: Biyografi yazmak bir ölüye kendi sözcüklerini, kendi nefesini, hatta bazen kendi belleğini ödünç vererek onu diriltmeye çalışmaktır. Bunu başarabilmek için de empati şarttır.

Ancak biraz da ip üstünde cambazlıktır biyografi yazmak. Zira biyografi kahramanının yakınlarının ona ve içinde yer aldığı olaylara yazardan farklı bir gözle baktıkları, onlarla ilgili belgeleri farklı okudukları ya da hasıraltı etmek istedikleri veya hiç okumadıkları sıkça olur ve bir tür sahiplenmeyle yazarın kendi anlattıklarının dışına çıkmamasını beklerler. Kitap basılmış halde ellerine geçtiğinde de yazara ciddi suçlamalar yöneltip fırtınalar koparırlar. Ayrıca tarih sayfalarında yer almış ve yaşamları yazılmaya değer kişileri tabulaştırmaya yatkın olan ve bu tabuların yıkılmasını sevmeyen bir milletiz. Oysa dürüst bir biyografi yazarı kahramanını her yönüyle tanıtmak ister, bu da yakınlarının ötesinde, toplumsal belleği fena halde yaralar. Bu durumda kopan fırtına çok daha büyüktür.

Romana gelince, onda kişilerin, duygu, düşünce ve davranışlarıyla içinde yer aldıkları olayların tek efendisi oluyorsun. Ancak bu kez gerçeklerin doğru aktarımından değil, tüm yarattıklarından sorumlusun. Saçma, tutarsız, çelişkili bulunabilecek her olaydan, her konuşmadan, her ayrıntıdan…

Ayrıca gel gör ki, romana gerekli ve mutluluk verici o yaratıcılığı her gün, her sayfa ve her satırda kendinde bulamayabilirsin. Ne çalışma ne disiplin hiçbir şey işe yaramaz. Her yazarın korkulu rüyasıdır Fransızların, «Beyaz sayfa sendromu» diye adlandırdıkları bu ruh hali … Her zaman yaşanabilen, ne zaman son bulacağı da belirsiz olan çok sancılı bir dönemdir.


Liz Behmoaas ve Feride Petilon

Azra Erhat ile nasıl tanıştın? Bu kitabı yazmanda etkili olan ögeler nelerdi?
İnandığım şu ki, hiçbir biyografi kahramanı tesadüfen seçilmez. Onunla yaşam öyküsünü yazan arasında kâh bilinçli kâh bilinçaltı olduğundan gizli diyeceğimiz bir bağ vardır. Benim Azra’yı seçmemin nedeni kendimi bildim bileli çok saygı duyduğum iki özelliğe sahip olduğundandı. Cesur ve çalışkandı.

Bu hasletler sayesinde genç Cumhuriyet’in kültürel yaşamına adeta devasa katkıları oldu. Kendisini, “Ne Yaşamdan ne de Ölümden korkan Küçük Dev Kadın” diye tanımlayarak kitabımı bitirmem ondandır. Bence yaşamının mükemmel bir özetidir bu tanımlama.

Azra Erhat’ı yazma yolculuğunu anlatır mısın?
Kişiliği ve yaptıkları hakkında kısa ya da uzun makaleler, bir de bizzat kaleme almış olduğu çocukluk ve gençlik anıları mevcuttu. Bunları ilkin gördükçe açıkçası, “Ben bu çalışmalara yeni bilgi olarak ne katabilirim?” diye kendimi sorguladım. Ancak biyografi, yazdığınız kişi hakkında sadece doğru bilgiler vermekten ibaret olmayıp onları temel alarak özgün bir bakış açısıyla okura yansıtmaktır. Ben bu amaca ulaşmak için Azra Erhat hakkındaki tüm yazıları uç uça koyup onlara çok sayıda sözel anlatılarla görsel malzeme katarak bir sentez oluşturdum ve edindiğim yeni materyal üzerinde düşünerek yazdım. Böylece, hüsranla biten ilk ve tek evliliği, gazetecilik yılları, dönemin aydınlarıyla son derece ahenkli, ailesiyle çok sıcak ilişkileri gibi hayatında pek bilinmeyen dönemlere ve olgulara ışık tutabildim.

“Küçük Dev Kadın Azra” aynı zamanda bir dönem hikâyesi. Bu dönem hakkında nasıl bir çalışma yaptın?
Bir değil birkaç dönemin hikâyesini barındırıyor anlatı. İstanbul’un işgal yıllarını hem büyük annemden duymuş hem çeşitli eserlerde okumuş hem de önceki birçok roman ve biyografimde canlandırmıştım. Keza genç Cumhuriyet döneminde Ankara yılları hakkında pek çok anı, anlatı ve inceleme okumuştum. Ellili yıllar için de bolca gazete taradım. Yetmişli ve seksenli yıllar ise bizzat yaşadığım dönemlerdi. Siyasi olaylardan başka, oynanan filmlerin, piyeslerin, dinlenen şarkıların, gözde mekânların hepsi dün gibi aklımdaydı. Özetle, her dönemi Azra’nın yaşantısının etkileşim halinde olduğu birer arka planı olarak inşa etmekte hiç zorlanmadım.

Bu kitap nasıl bir mesaj içeriyor? 
Hayatın geçiciliğine rağmen, yaşarken değer yaratan bir insanın mirasının ne kadar kalıcı olabileceğini anlatıyor… Aslında pek çok mesaj taşıyor ama şimdilik bununla yetinelim.

Liz Behmoaras asla boş durmaz. Yeni projen var mı?
Elbette ama onu paylaşmak için henüz çok erken…

Ben de bu yeni kitabı nasıl bir solukta okuduysam aynı heyecanla yeni projeni bekliyorum.