KBB uzmanı ve yazar Prof. Dr. DOĞAN ŞENOCAK’ı, İstanbul’daki sıcak ve samimi muayenehanesinde ziyarete gittim. Duvarları kitaplarla dolu, ışığı yumuşak o odada sohbetimiz kısa sürede bir hayat muhasebesine dönüştü. Doktorluğa olduğu kadar insana da büyük bir sevgiyle yaklaşan Şenocak, her kelimesinde hem bir hekim hem de bir hikâye anlatıcısı olarak konuşuyordu. O gün onu dinlerken, “Başkalarının Hayatı” kitabında anlattığı kişiler benim için bambaşka bir anlam kazandı.
Mesleğiniz gereği bir doktor olarak başkalarının hayatlarına derinlemesine dokunuyorsunuz. Kitabınızın adının da “Başkalarının Hayatı” olması bir nevi yansıtma mı?
Doktorluk, gerçekten de başkalarının hayatına bazen çok can alıcı noktalardan dokunmamıza fırsat veren bir meslek. Daha önce “Doktorluk Sanatı” adlı, mesleki deneyimlerimden yola çıkarak bazı olayları anlattığım bir kitap yazmıştım. O kitapta da, bu kitabın arka kapağında da değindiğim bir özdeyiş var. Mesleğin bize verdiği en büyük hediye, insanların hem de her kesimden insanın hayatlarındaki temel benzerlikleri, üzüntüyü, sevinci, umudu ve umutsuzluğu görebilmek ve bunlardaki şiirselliği hissedebilmektir. Başkalarının göremediği “başka” hayatlarını görebiliyoruz. Çünkü hepimizin aslında nereden ve nasıl bakıldığına göre değişen birçok farklı hayatı var. Anne ve babamın hayatını anlattığım hikâyede bunu vurgulamaya çalıştım.

Betül Özberk - Doğan Şenocak
Doktor kimliğinizin yanında artık bir yazar olarak da tanınıyorsunuz. Hekimlik ve yazarlık birbirini nasıl besliyor?
Eğer doğru sebeplerle bu mesleği seçtiyseniz işin özünde hümanizm, insan sevgisi ve altruizm yani diğerkâmlık olduğunu bilmeniz gerekiyor. Bu değerlere sahip birinin, başkalarının hayatına dokunduğunda ortaya bir sanat eseri çıkmaması çok zor. Eskilerin deyimiyle “Tıp fakültesinden ressam, şair, müzisyen, yazar, bazen de doktor çıkar.” Bu kaçınılmaz bir durum. Hepimiz hangi alana yatkınsak ona yöneliyoruz. Ben de ilkokuldan beri çok yazan biriyim, eh hayatımda yazacak, anlatacak çok hikâye var.
Kitabınızda apartmanların bile bir “ruhu” olduğundan bahsediyorsunuz, bu beni çok etkiledi. Bugün şehirler bu kadar hızlı değişirken, sizce o ruhu hala hissedebiliyor muyuz?
“Ruh” ilginç bir kelime. Türkçeye Arapçadan geçmiş ama İbranicesi de hemen hemen aynı ve her iki lisanda da “nefes” ile eş anlamlı. Elle tutulmayan, gözle görülmeyen ama hayat ve kişilik verdiği varsayılan bir bilinmezlik. Bilen için tabi ki her şeyin bir ruhu var, semtlerin, sokakların, apartmanların… Unutulmaya başladıklarında ya da bilenler yavaştan ortalıktan çekilmeye başladığında, birileri çıkıp hikâyesini yazar. Ya da tesadüfen bir gün su borusu patlar, asfalt kazılır ve altından Şişli’nin tüm ara sokaklarını döşeyen o güzelim eski granit parke taşları çıkar. İşte o an, sokağın ruhunu hissedersiniz.
“Beton yığınına dönüşen Şişli’nin ortasında apartmanlara çiçek, ağaç isimleri verilmesi” gözleminiz çok çarpıcı. Sizce bu nostalji mi yoksa kaybolan doğayı telafi çabası mı?
Apartman isimleri ile ilgili, şimdi kim olduğunu hatırlamadığım bir yazar, zamanında çok matrak bir yazı yazmıştı. Başka ülkelerde binalara isim verme adeti pek yaygın değildir. Bizde ise kimde nesi eksikse onu verir apartmanına isim olarak. Kabaysa Zarif, hırsızın tekiyse Namus, zorbanın tekiyse Dost gibi, buna çok gülmüştüm. Bu tabiat isimleri de bunun bir yansıması olsa gerek…

Doğan Şenocak'ın ilk kitabı “Doktorluk Sanatı” 2018 yılında yayınlandı
Çocukların sokakta oyun oynadığı, sepetlerin aşağıya sallandırıldığı, dondurmacıların geçtiği eski mahalle hayatından bahsediyorsunuz. O dönemlere dair bu canlılık ve yakınlık sizce sadece mimari bir kayıp mı yoksa toplumsal hafızamızda mı zayıflıyor?
Benim çocukluğumda İstanbul’un nüfusu 1,5 milyon civarındaydı. Yirmili yaşlarıma geldiğimde 10 milyona yaklaşmıştı. Bugün şehirde yaşayan nüfusun yarısı belki de sadece ikinci nesil şehirli ve henüz şehirleşecek kadar bir yere ait olamadılar. Durum böyleyken şehrin mimari belleğinin ancak tek tük korunabilen semtlerde sürmesi kaçınılmaz bir gerçek. Eminim halen sokak aralarında benzer yaşamlar, dostluklar sürüyordur ama hızlı değişimle beraber bellek de zayıflıyor.
“Proust’un kurabiyesi” gibi kokular, sesler ve mekanlar sizce geçmişin en güçlü tanıkları mı?
Hafıza ve nasıl işlediği harika bir konu ve bazı detaylarına hala hâkim değiliz. Konu karmaşık ama ben bir KBB uzmanı olarak belleğimizin ilk olarak sesli uyaranlardan anılar oluşturduğunu düşünüyorum. Anne karnında beşinci ayda iç kulak tamamen olgunlaşıp son haline gelmiş oluyor ve bebek her sese hâkim oluyor. Kutsal kitaplar da bunu doğrulamıyor mu zaten, “Başlangıçta söz vardı…” Ama kokunun, yani basit kimyasal uyaran hassasiyetinin de en ilkel canlılarda bile var olduğu düşünülürse belki de koku en etkileyici olanı. Boşnak bir sebzecimiz vardı, haftada iki kez at arabasıyla gelirdi. Ev çalışanımız o yakışıklı Boşnak’tan alışveriş yapmayı severdi. Kapının önünde durduklarında atı daima bizim kapının önüne bol miktarda tezek bırakırdı. O kokuyu hala hatırlarım. Büyükada’da ya da Suadiye’de faytonların buluşma noktasında da aynı koku çok baskındı, nadiren zihnimde beliriyor ve beni mutlu ediyor.
“İnsanın yaşadığı değil, hatırladığı hayattır,” diyor Marquez. Size göre bizi biz yapan yaşadıklarımız mı yoksa onları nasıl hatırladığımız mıdır?
Hikâye anlatmayı seviyorsanız, yaşadığınız her şeyin bir hikâyesi olduğunu da bilirsiniz. Ressamsanız bunu resimle, şairseniz şiirle, müzisyenseniz müzikle anlatırsınız. Mutlaka bir kitle için olmasına da gerek yoktur, bazen sırf kendiniz için yaparsınız. Her anlatım kaçınılmaz olarak farklıdır, çünkü hepimiz aynı şeye bakarken farklı şeyler görürüz. Borges’in dediği gibi “Kırılmış bir aynaya yansıyan görüntüler, hepsi ayrı bir şeyi yansıtıyor ve tümünü aynı anda görebilmek mümkün değil.”

Şenocak, sanat tarihi uzmanı eşi Lucienne ve ikisi de doktorluğu seçen kızlarıyla birlikte yaklaşık 25 senedir Behramkale yakınlarında bağcılık ve şarapçılıkla da uğraşıyor, ödüllü şaraplar üretiyor
Madam Meri karakteri kitabı okurken beni en çok etkileyen kişilerden biri oldu. Sizin hayatınızdaki yeri ve etkisi de çok büyük olmalı. Bu zarif karakteri ve onun size kattıklarını biraz daha anlatır mısınız?
Madam Meri bende olmayan oğlunu, ben de ondan sevgi, şefkat, sabır, destek ve bana olan inancını gördüm. Hayatımın her noktasında bana elinden gelebildiğince destek oldu. Eğitim seviyesini hiç öğrenemedim ama çok akıllı ve zeki olduğu kesindi. Gençliğimde okuduğum ilk Vonnegut kitabından hafızama nakşolan Neiburg’un o meşhur sözleri “Tanrım bana değiştirebileceğim şeyler için cesaret, değiştiremeyeceklerim için sabır, ikisini ayırt edebilmek için de akıl ver.” Madam Meri bunu bilmeden yaşam felsefesi haline getirmişti. Elindeki olanaklar ile hayatını dolu dolu yaşadı, yüzündeki gülümsemeyi hiç eksik etmedi. Kim böyle bir mentor istemez ki, hala her gün adını anarım, bana yazdığı not masamın camının altında durur.
Bundan sonra yeniden bir roman yazmayı düşünüyor musunuz?
Hikâye anlatmayı seven herkes yaşamının bir noktasında, yaşamının tüm resmini anlatabilmeyi hayal eder. Kimi Proust gibi, Umberto Eco gibi başyapıtlar yazar, kimi Fellini gibi Amacord’u yapar, kimi de anılarını kaleme alır en azından unutulmasın diye. Babamın vefatından on yıl önce başlayıp bitiremediği bir romanı vardı. Onun metnini, benim de yazdığım iki uzun hikâyeyi birleştirerek tek bir roman haline getirmeye çalışıyorum. Daha on yılım var, bakalım ne olacak. Arada da anlatması keyif veren hikâyeleri sanal ortamlarda, hala okumayı seven dostlarımla paylaşıyorum.
Prof. Dr. Doğan Şenocak
Şişli 19 Mayıs İlkokulu’nda başlayan eğitim hayatı Robert Kolej ve 30 yılını geçirdiği Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nde devam eden Dr. Şenocak, doğru yapıldığında bir sanat olduğunu düşündüğü doktorluk ve meslek deneyimlerinden beslenen gerçek yaşam hikâyelerini anlattığı ilk kitabı “Doktorluk Sanatı” 2018 yılında yayınlandıktan sonra bu defa da Şişli’de geçen çocukluğu ve gençlik yıllarından yaşam hikâyeleri ile karşımızda.
40 seneyi aşkın meslek yaşamı dışında vakit buldukça yazan Şenocak aynı zamanda sanat tarihi uzmanı eşi ve ikisi de doktorluğu seçen kızlarıyla birlikte yaklaşık 25 senedir Behramkale yakınlarında bağcılık ve şarapçılıkla da uğraşıyor, ödüllü şaraplar üretiyor.
"Başkalarının Hayatı"
1960’ların Şişli’sinde bir sokak ve o sokaktaki kozmopolit çeşitliliğin içinde büyüyen bir çocuğun gözlemlediği insanlar…
Kendi eviymişçesine girip çıktığı Meri ve İzak Bahar’ın Ladino konuşulan mütevazı evi; alt kattaki, sadece Fransızca konuşan Hakmenler; üst katta, sadece Portekizce bilen Suzan; Kürtçeden başka dil bilmeyen Elazığlı kapıcılar; öğrettiği Ermenice küfürleri hala hatırladığı Oskiyan Amca; alımlı Rum kızı Katina…
Herkesin başka bir dil konuştuğu ama uyum içinde yaşayabildiği rengarenk bir sokak… Ve bu insanların arasındaki dostluğu anlatan, yolu 1960’lardan ve Şişli’den geçenlerin ağzında güzel bir lezzet bırakacak hikâyeler…
(Scala Yayıncılık - 2025)






