Fotoğraflar: Sebla Selin Ok

Umberto Eco’nun Gülün Adı romanından uyarlanan filmi gördüyseniz, manastırın kör kütüphanecisini hatırlarsınız. Bu rahibin derdi, Aristoteles’in mizah unsurları içeren kitabının okunmasını engellemekti. Niye mi? Kiliseye göre gülmek şeytani bir eylemdi. Çünkü mizah insanların korku, belirsizlik ve değişimle başa çıkmasına yardım eder; hayatın zorlularıyla savaşırken ona destek olur. Kahkaha atan kişinin stresi azalır, sosyal bağları ve bağışıklığı güçlenir. Umuda yönelen insanın yönetilmesi zorlaşır.

İşte burada en eski sanatlardan tiyatroya varıyoruz. Sahnede gözleri ışıldayan biri size eğlenceli hikâyeler anlattığında bir süre direnseniz bile bir bakmışsınız dudaklarınızı artık kasmıyorsunuz. İçiniz hafifleyip havalanmış, sahnede bağırarak sağa sola koşturan oyuncuların arasına dalmışsınız. Derdi tasayı unutup gitmişsiniz. Kahkahalarınız diğer seyircilerin kahkahalarıyla sarmaş dolaş olmuş. Artık yalnız değilsiniz.

YOSİ MİZRAHİ de o gözleri parlayan sahne insanlarından, yaptığı işten çok memnun. Herkesin dilindeki neşesinden gayri, hız sevmeyen bir motosikletçiymiş, kibarmış ama iyi küfredermiş. Dedikodu bir yana, biz kör kütüphanecinin tekerine çomak sokanlardan biri olarak Yosi Mizrahi’ye danışalım dedik, malum neşe hepimize lazım.

 

Oyuncu olmaya karar verdikten sonra kimlerden neler öğrendiniz? Bunlardan nasıl yararlandınız?
Oyuncu olmayı kafama koyduğum zaman gerçekten çok küçüktüm. İlkokul 5. sınıftayken, yani 12 yaşımda bu serüvenin içinde olmak istediğimi biliyordum, ama nasıl yaparım bilmiyordum. İlk olarak Göztepe Kültür Derneğinin o eski barakasında İzzet Bana önderliğinde bir şeyler yapmaya başladım ve oyunculuk kariyerimin ilk tuğlasını koymuş oldum. Daha sonra tatil köylerinde animatör olarak çalışmaya başladım. Ama hâlâ bu sektöre nasıl gireceğimi bilmiyordum, ta ki Dormen Tiyatrosunun seçmelerine girinceye kadar…

Seçmeleri kazanıp ekibe dahil olmam hayatımdaki her şeyi değiştirdi. Şarkılar Susarsa müzikali benim ilk profesyonel işim oldu ve Haldun Dormen ile tanışıp çalışma fırsatı buldum. Temel oyunculuk eğitimi adına her şeyi ondan öğrendim dersem yanlış olmaz. Tabii bu yetmedi, sonrasında Haldun Hocanın asistanlığını yapmak bana çok şey kattı. İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuarındaki derslerine onunla beraber girip, sınıfın arkasında devamlı onu ve diğer öğrencileri izledim, onlar gibi dersimi çalıştım. Bu iş iki sene kadar sürdü ve bana çok şey kattı, iyi ki yapmışım.

Sahnede veya perdede seyrettiğiniz en etkileyici karakter kim? Size nasıl bir ilham verdi?
Belirli biri yok, daha çok proje bazlı değerlendirmeyi severim; illa birini söylemek gerekirse, rahmetli Robin Williams örnek aldığım bir oyuncuydu. Bence çok yetenekliydi. Bana ilham verebilmesi için onunla çalışmam gerekirdi, ama böyle bir fırsatım hiç olmadı. Bir şeyler paylaşmak lazım, birinden ilham alabilmek için...

Oyunculuk eğitimi veriyorsunuz; “bu işi yapar” dediklerinizle “başka iş yapsa ne iyi olur” dediklerinizi nasıl ayırırsınız?
Evet, 30 yıllık dostum ve meslektaşım Şebnem Özinal ile böyle bir oyunculuk eğitimi kurumu kurduk, fakat maalesef devam edemiyoruz. Şu an hem onun oyunları ve turneleri çok fazla hem benim iki oyunum var. Bu sene sınıf açmadık. Bir de maalesef kursa gelen herkes bunun ne kadar ciddi bir iş olduğunun farkına varamıyor. Hayatta en pahalı şey zamandır, devamlılık koşulu arıyoruz; ancak herkes kısa yoldan nasıl ünlü olur ve parayı bulurum hesabında… Bu sene biraz ara verdik. Bu işi hangi öğrencinin yapıp yapamayacağına biz karar veremeyiz. Asıl soru şu, kim ne kadar istiyor bu işi ve kariyeri?

Biz derslerde egzersizler yaparız, parçalar çalışırız; klasik olsun modern olsun komedi- drama- trajedi... Bütün bu duyguları doğru verebilen, dersini çalışan öğrenci bence bu işi yapabilir. Yine de dediğim gibi bu iş zordur ve çok çalışma gerektirir. Uzun bir yolculuktur bu.

Üçüncü Türden Yakın İlişkiler oyunundaki gay uzaylı rolünüz çok sevilmiş. Bu kadar garip bir karakter nasıl ete kemiğe bürünür?
Üçüncü Türden Yakın İlişkiler oyunu, Türk tiyatrosunda kadın-erkek ilişkilerine başka bir gözle bakılmasını sağlamıştır. Klişelerin dışına çıkmış, belli kuralları yıkmış bir oyundur. Benim için de başka bir yolculuk olmuştur, bu oyuna kadar eşcinsel bir karakter oynamamıştım.



Bu karakteri oynamak bizde bıçak sırtıdır; biraz sola kaydırırsınız olmamış derler, biraz sağa kaydırırsınız bu da çok aşırı olmuş, gerçek değil, derler. Bu rolü çıkartırken yazarı Uğur Uludağ ile günler boyu uzun uzun tartıştık, bir kere oyun komedi ve bir bilim kurgu idi, dolayısıyla biz bir fantezi anlatıyorduk, yani son derece samimi ve bir o kadar da gerçek olmalıydı.

Bu role çalışırken bu işin iki fazı olduğu gerçeğini netleştirdim. Önce eşcinsel karakterini çıkardım. Bunun için fazlaca gözlem gerekliydi, çünkü o güne kadar hiç gay arkadaşım yoktu, o yüzden gay kulüplerde çokça vakit geçirdim; neye gülerler, neye sinirlenir nasıl tepki verirler, bunu öğrenmem gerekiyordu. Bu o kadar kolay da değildi, malum beni tanımıyorlardı, arkadaşlık kurmak o kadar hızlı ve kolay olmadı. İkinci bölüm ise uzaylı bir karakterin insan olma süreciydi, bunu yapmak daha az zahmetliydi. Sonuçta oyun iyi çıktı, dört sene kadar kapalı gişe oynadı, birçok ödül aldı; bugün bile hâlâ oyunu seyrettiğini, çok eğlendiğini anlatan seyircilerle karşılaşıyorum, bu da beni mutlu ediyor. Üzerinden 20 yıldan fazla geçmesine rağmen hatırlamak güzel bir duygu. Bu beni fazlasıyla gururlandırıyor.

Sahnede insanları eğlendirirken siz de eğlenir misiniz? Eğlenmediğinizde bile seyirciyi ikna edebilmek oyunculuğun zor tarafı mıdır? Yoksa arada kendine mola vermek oyunculuğun avantajlarından biri mi?
Sahnede olduğumuz zaman aklımızdan tek bir şey geçer: Seyircilere, bize ayırdıkları zamanın ve ödedikleri bilet parasının karşılığını vermek, yani esasında ruhsal gıdalarını almalarını sağlamak. Tabi ki eğlenmelerini bekliyoruz ve isteğimiz bu yönde, hatta aramızda adı konulmamış bir yarış da var, biz onları daha ne kadar güldürebiliriz… Çünkü onlar güldükçe ve eğlendikçe, biz sahnedeki oyuncular olarak daha fazlasını yapmak isteriz.



Sahneye çıkmak öyle garip bir durum ki, canınız bir şeye sıkılsa da hasta da olsanız, o gece o perde açılmak zorunda. Mesela bir keresinde böbrek taşı düşürürken sahneye çıkmak durumunda kaldım; tabi ki oyun iptal de edilebilirdi, ama gönlüm el vermedi. Salon doluydu, seyirci eğlenmeye gelmişti, iğneyle oynadım ve oyun sonrasında Acil’e gittim. Ara sıra oyuncu ara da vermek ister, yeni bir şeyler biriktirmek ister, sonuç olarak bizler de makine değiliz.

Neşeli birine benziyorsunuz. Kötü zamanları ve başarısızlıkları faydaya çevirmek konusunda bize birkaç ipucu verir misiniz?
Evet, eğlenceli ve neşeli biri olarak adlandırabilirim kendimi. Hayatın yeteri kadar sıkıntılı olduğunu ve bir sürü dertle uğraştığımızı düşünüyorum. Hele ki pandemiden sonra bildiğimiz her şeyin değiştiğini gördük maalesef, onun için hayatımızı mümkün olduğunca çok anıyla doldurmamız gerektiği gerçeğini kabul edeli uzun zaman oldu. Çünkü dün geçmiş, yarın muamma, ama bugün bir hediye ve bu hediyenin kıymetini bilmek lazım.

Kariyer konusuna gelince, bizim de hayatımız devamlı başarılarla dolu değil. Bizim de başarısızlıklarımız, hayal kırıklıklarımız oldu ve cesaretimizin kırıldığı, umutsuzluğa kapıldığımız zamanlar yaşandı, ama ayakta kalmayı bildik; çünkü bugünkü başarılarımızı esasında zamanında büyük umutlarla yola çıktığımız projelerdeki başarısızlıklarımıza borçluyuz. O işlerde ve o kriz anlarında, neler yapmamamız ya da neler yapmamız gerektiğini öğrendik. Onun için yaptığım hiçbir projeden pişmanlık duymadım, duymuyorum. Bu bir serüven, bir yolculuk ve bu yolculukta yollar her zaman asfalt değil; zaman zaman engebeli, zorlu yollar da var ve ben bu yoldan ya da yolculuktan vazgeçmeyi hiç düşünmedim. Çünkü bu yola çıkarken arkamda dimdik duran babama verdiğim bir söz var.

Kaynak:
https://www.diken.com.tr/neden-mizah/