Haber Fotoğrafı: Viktor E. Frankl ve Tilly Grosser


“Aşk, karşısındakini yalnızca insanlığıyla değil, bunun da ötesinde, eşsizliğiyle ve kişiliğinin en derin özüyle kavrar.” – Viktor E. Frankl

Yaklaşan 14 Şubat Sevgililer Günü için bu yazımda aşkı, varoluşsal anlamın ışığında incelemek istiyorum. Özellikle de Logoterapi’nin kurucusu psikiyatrist Viktor Frankl’ın aşkı nasıl anlamlandırdığını, aşkın hayata nasıl anlam verebileceğini tartışmak istiyorum.

Frankl’a göre Aşk
Frankl, insana üç boyutta bakar, onun için insan fiziksel, psikolojik ve ruhani bir bütünlüktür. Benzer şekilde insanın aşka dair tavrını da üç boyutlu düşünmemiz gerektiğini söyler. Bu boyutlardan ilki ve Frankl’a göre en ilkeli, aşkın fiziksel boyutudur. Bu ilk boyutta aşkın merkezinde insanın dış görünüşü, bedeni ve fiziksel bağlamda cinselliği vardır.
İkinci boyut ise aşkın psikolojik, yani erotik boyutudur. Burada Frankl cinsellik ve erotizmi birbirinden ayırır. Evet, karşımızdakinin fiziksel özellikleri bizi cinsel olarak uyarır ama aynı zamanda onun belli başlı psikolojik özelliklerine de sırılsıklam âşık olmuşuzdur.


Logoterapi'nin kurucusu Psikiyatrist Viktor E. Frankl (1905-1997)

Üçüncü boyutta ise cinselliğin ve erotizmin ötesinde, karşımızdakinin ruhuyla kurduğumuz ilişki merkezdedir. Frankl’a göre tüm boyutlarıyla aşk, karşımızdakinin özünü sevmek ve karşımızdakinin özü tarafından sevilmektir.
Frankl, “The Doctor and the Soul” kitabında şöyle bir düşünce egzersizi yapar: Varsayalım ki sevgilimizi ölüm ya da ayrılık sonucu sonsuza kadar kaybettik. Sonrasında ise biri bize sevgilimizin hem bedensel hem zihinsel birebir kopyasını verebileceğini söyledi. Aşkımızı bu yeni kopyaya aktarabilir miydik? Frankl’a göre, eğer sevgilimizin ruhuna aşıksak aktaramazdık.
Gerçek aşk, ötekinin varlığıyla kurulan ruhsal bir ilişkidir ve fiziksel cinselliğin ya da psikolojik erotizmin geçiciliğinden muaftır. Frankl için, “Tam da bu yüzden, aşkın ölümden neden daha güçlü olduğunu anlayabiliriz. Ölüm sevilenin varlığını yok edebilir, ancak özüne dokunamaz. Onun eşsiz özü, tüm gerçek özler gibi, zamansız ve dolayısıyla yok edilemez bir şeydir.”
Daha önceki yazılarımda da bahsettiğim üzere Logoterapi bize, hayatın en kötü koşullarda bile her zaman anlam taşıdığını ve hayatın trajedilerine karşı tavrımızda anlam bulma özgürl üğümüz olduğunu söyler. Frankl, toplama kamplarının en uç koşulları altında felsefesini bizzat yaşamak zorunda kalmıştır. En akıl almaz ve insanlık dışı durumlarda anlam aramaya ve bu sayede kendi insanlığına tutunmaya çalışmıştır. Frankl’ın, karısı Tilly ile olan ilişkisi, “İnsanın Anlam Arayışı” kitabında anlattığı gibi, kamplardaki deneyimleri sırasında derin bir anlam kaynağıydı.


Viktor E. Frankl ve Tilly Grosser'ın düğün fotoğrafı, 1941

Çift, 1941’de evlenmiş, ancak kısa süre sonra toplama kamplarına gönderilerek birbirlerinden kopartılmışlardı. Fakat kamplarda ayrı düşmelerine rağmen Frankl’ın Tilly’ye olan aşkı, katlandığı acı karşısında bir sığınak haline gelmiştir. Kamplardayken Frankl eşini sık sık zihninde canlandırmış, sohbet ettiklerini hayal etmiş ve paylaştıkları anıları hatırlamıştır. Bu anılar ona bir anlam ve kamplardaki dehşetin ötesinde bir yaşam bağlantısı sağlamıştır.
Frankl, “İnsanın Anlam Arayışı” kitabında kamplardayken Tilly’nin hayatta olup olmadığını bilmese de sevgisinin ona güç verdiğini söyler. Frankl, ancak kamplardan kurtulduktan sonra Tilly’nin ve bir ablası dışında tüm ailesinin öldürüldüğünü öğrenmiştir. “Tilly’nin anısına” adadığı “The Doctor and the Soul” kitabında, aşkın ölümden güçlü olduğunu yazdığında Frankl’ın zihninde şüphesiz ki Tilly vardır.



Frankl’ın da bizzat deneyimlediği üzere gerçek aşk, yani ötekinin özüne, ruhuna, insanlığına duyulan sevgi yer ve zaman kavramlarını aşar, hatta yaşamı bile aşar. Ötekinin ruhunu tüm eşsizliğiyle tanımak ve sevmekten ve aynı şekilde sevilmekten daha güzel ne olabilir?