Coğrafyaya göre değişik oranlarda maruz kaldığımız mizojininin yani kadın düşmanlığının, sadece bireysel bir tutum değil, köklü bir ideolojinin ve toplumsal yapının bir parçası olduğunu düşünüyorum. Denetleme ve baskılamanın makul karşılanması adına, kadınları aşağı görmeyi vaaz eden bir sistemin içindeyiz. Göz ardı edilen kanunlarla beraber, fiziksel, ekonomik ve psikolojik şiddetin günlük dile sızdığı, kadınların bile benimsediği bir zihniyetin dişlileri arasında var olmaya çalışıyoruz.
İnsanlık dışı örnekler olmasa da bu topraklarda doğup büyüyen kadınlar için de hayat başlı başına bir mücadele. Kimisi isyan ediyor, kimisi kabulleniyor, kimisi minik hava deliklerinden nefes almaya çalışıyor. Lakin genelde kadından beklenen, gerektiğinde görünmez olması, otorite figürleri tarafından onaylanmayı beklemesi ve erkeklerin koyduğu sınırlar içinde hareket etmesi…
Ve en acıklısı, kadın düşmanlığının, sadece erkeklere ait bir düşünce yapısı olmaması… Bu zihniyet, kadınlar tarafından da içselleştirilmiş, nesilden nesle aktarılmış. Baskı gören tarafın, “hayatı kolaylaşsın diye kendini kısıtlamayı normalleştirmesi” kalıbını pek çok alanda görürüz. Bu sessiz ve haksız anlaşmaya tanıklık etmek, belki de en büyük umutsuzluk kaynağı.
Ama yine de her şey içinde bir çatlak barındırıyor. O çatlaklardan ışık sızıyor. Kadınlar, bazen tek başlarına, bazen dayanışmayla bu çatlağı açmaya çalışıyor. Karanlığın içinde bir yol arayan, itiraz eden, direnen her kadın, aslında bir diğerine de umut oluyor.
Bir cinsi var oluş mücadelesine sokan toplumsal bir yapının içinde anne olmak, sürekli tetikte olmak demek. Bir çocuğu sadece büyütmekle değil, aynı zamanda bu çarpıklıklara karşı korumak, ona direnme gücü vermekle de yükümlüsün. İnsani doğruları, değerleri ona aktarırken, dünyanın acımasız gerçeklerine de hazırlamak zorundasın.
Eğer bir kız çocuğu yetiştiriyorsan, ona güçlü olmayı, sınırlarını korumayı, hayır demeyi öğretmek için uğraşıyorsun. Ona özgüven aşılıyorsun ama özgürlüğünün bedelini de anlatmak zorundasın. “Sakın eğilme” diyorsun ama bazen saklanmanın hayatta kalmak için gerektiğini de ekliyorsun.
Eğer bir erkek çocuğun varsa, işin yine zor. Ona “erkek olmanın” bu düzende ne anlama geldiğini, ama aslında ne olması gerektiğini anlatmalısın. Onun, büyürken farkında olmadan içine çekileceği ayrıcalıkları görmesini, sorgulamasını sağlamalısın. Gücünü başkalarını ezmek için değil, eşit bir dünya kurmak için kullanmasını öğretmeyi unutmamalısın. Kendi evinde verdiğin mücadele, dışarıdaki dünyanın gürültüsü içinde kaybolmasın diye her gün aynı çabayı sürdürmek zorundasın.
Ve belki en zoru şu: Bütün bu öğretileri verirken, bir yandan da onların mutlu, kaygısız, umut dolu bir çocukluk geçirmelerini istiyorsun. O ince çizgide yürümek, onları ne fazlaca korkutup umutsuzluğa sürüklemek ne de sahte bir güven duygusuyla gerçek dünya karşısında hazırlıksız bırakmak arasında salınıp durmak demek. Ama yaşamak da her çabanın, her direnişin, her itirazın bir fark yarattığını bilerek devam etmek demek.