Geçtiğimiz ay birkaç günlüğüne Yunanistan’da, Atina’daydım. Elbette soluğu Akropolis’te aldım. Başkentin bu sembol anıtının mermer basamaklarını çıkarken, güneşin yaktığı taşların üstünde tarihin ayak izlerini aradım. Şehrin modern sokaklarından yükselip Parthenon’un önüne vardığımda, buranın sadece bir harabe olmadığını hissettim. Demokrasi, felsefe ve düşüncenin doğduğu bu tepede, âdeta Platon’un gölgesi elan dolaşıyor gibiydi.
Akropolis, kentin yalnızca fiziksel değil, aynı zamanda zihinsel zirvesiydi. “Altın Çağ” olarak da bilinen Perikles döneminde (M.Ö. 5. yüzyıl ortaları) burada şekillenen Atina demokrasisi, halkın kendini yönetme iddiasının en eski örneklerinden biriydi. Halk meclisi, kurayla görev dağıtımı, günlük yevmiye uygulaması, sanat ve mimarlıkta gelişmelere olanak sağlanmasıyla belki günümüzün demokrasi anlayışından farklı olsa da… (Kadınlar, köleler ve yabancılar oy kullanamıyordu.) Ama yine de yurttaşların doğrudan yönetime katıldığı bir sistem olarak, o dönem için devrim niteliğindeydi.
Platon’un bakış açısı farklıydı: Antik Yunan filozof, demokrasiyi ideal bir yönetim biçimi olarak görmez. Ona göre demokrasi, halkın doğrudan yönetime katıldığı ve herkesin eşit söz hakkına sahip olduğu bir sistemdir; ancak bu eşitlik anlayışı, liyakatin göz ardı edilmesine neden olur. Platon, Politeia (“Devlet”) adlı eserinde, demokrasinin, özgürlük adına disiplinin kaybolduğu, bireylerin arzularına göre hareket ettiği ve sonuçta kaosa yol açtığı bir rejim olduğunu savunur. Ona göre demokrasi, zamanla halkın güçlü bir lider arayışına girmesiyle tiranlığa dönüşebilir. Halkın tutkuları ve arzuları yöneticileri belirliyorsa, bu kaçınılmaz olarak popülizme ve kargaşaya yol açardı. Akropolis’in gölgesinde düşündüğümde, Platon’un endişelerinin zaman aşımına uğramadığını fark ettim.
Günümüzde de demokrasi, halkın iradesiyle şekillenirken, bilgi ve bilgelik arasında bir gerilim yaşıyor. Demokrasinin zayıf noktalarından biri, çoğunluğun duygularına ve yanılsamalarına yenik düşme ihtimali. Platon’un eleştirisi, çağdaş demokrasilerde de yankılanıyor. Halkın çıkarlarını gerçekten düşünen liderler mi seçiliyor, yoksa en etkileyici konuşanlar mı? Platon’un önerdiği filozof-krallık, pratikte uygulanması zor bir ideal olabilir, ancak demokrasiye yönelik eleştirisi hâlâ geçerliliğini koruyor.
Akropolis’ten aşağı inerken, Platon’un öğrencisi Aristoteles’i düşündüm. O, hocasının aksine demokrasiyi tamamen reddetmemiş, dengeli bir yönetim biçimi önermişti. Aristoteles, demokrasiyi Platon kadar sert eleştirmez ama yine de onu ideal yönetim biçimi olarak görmez. Aristoteles’e göre eşit ve hür yurttaşlık esasına dayanan “politeia” (karma anayasa ya da iyi bir cumhuriyet), demokrasinin hukuk ile sınırlandığı mutedil bir siyasal rejim türüdür. “Politika” adlı eserinde yönetim biçimlerini “çoğunluğun yararına olanlar” ve “yönetenlerin yararına olanlar” şeklinde sınıflandırır.
Yani Aristoteles’e göre demokrasi, halkın doğrudan yönetimde olduğu ama ortak iyiden çok, kendi çıkarını gözettiği bir sistemdir. Yine de bu sistemin tamamen kötü olduğunu söylemez; iyi düzenlenmiş bir demokrasi, kötü bir oligarşiden daha iyidir der. Aristoteles için denge, ölçülülük ve orta sınıfın egemenliği idealdir.
Platon, demokrasiyi ideal bir yönetim biçimi olarak görmez. Ona göre demokrasi, halkın doğrudan yönetime katıldığı ve herkesin eşit söz hakkına sahip olduğu bir sistem olsa da bu eşitlik anlayışı, liyakatin göz ardı edilmesine neden olur. Bu yüzden Platon, filozofların yönettiği bilgeliğe dayalı bir ideal devlet modelini savunur. Belki de günümüzde en büyük mesele dengeyi bulmak: Halkın iradesini korurken, bilgisizliğin ve demagojinin önüne nasıl geçileceği.
Atina’nın rüzgârı yüzüme çarparken, Akropolis’in sessiz taşları arasından bir soru yankılanıyordu: Demokrasi, filozofların hayal kırıklığı mı, yoksa insanlığın en büyük umudu mu?