İnsanlar nefes alsın, gözler görsün elverir,
Yaşadıkça şiirim, sana da hayat verir.” — William Shakespeare

Canım hocam Prof. Dr. Oya Başak’ın vefat haberi geldiğinde içimde sessiz bir perde kapandı.
Sadece bir akademisyeni değil; bir yaşam biçimini, bir duruşu, bir neşe ve bilgelik hâlini kaybettik. Oya Hoca yalnızca kitaplarla değil, varlığıyla öğreten; bilgisiyle olduğu kadar kahkahasıyla da bizlere dokunan çok renkli, enerjik, zeki, nüktedan, bilgili, özgür tabiatlı ve tüm bu özellikleriyle bence “havalı” bir insandı.

Shakespeare ve Şiirin Gücü
Atatürk, Mozart ve Shakespeare… En sevdiği üç kişiydi. Belki de bu üçlü onun iç dünyasının pusulasıydı: aklın aydınlığı, estetiğin zarafeti, insan ruhunun trajik derinliği. Shakespeare onun için sadece bir yazar değil, bir yoldaş, bir aynaydı. Metin çözümlemek onun için yalnızca analiz değil, bir tür hayatı birlikte düşünmekti. Hayatı, zamanı, duyguyu kelimelerin içinden geçirerek anlatırdı bize.
Shakespeare üzerine sayısız ders verdi. Öyle derslerdi ki, edebiyat bölümüyle sınırlı kalmaz, başka bölümlerden öğrenciler de gelip o sesi, o yorumu duymak isterdi. Makaleler yazdı; oyunlardaki trajedi anlayışını, insan doğasına dair o ince sezgileri büyük bir tutkuyla aktarırdı. Shakespeare’in sonelerine adeta bir katedralin vitraylarına bakar gibi bakardı. O derinlikleri, ışıkları, geçişleri gösterirdi bize. En sevdiği çeviriler arasında, çok değer verdiği dostu Talât Sait Halman’ın çevirileri vardı.

Bir Öğrenci Anısı
Ben İngiliz Edebiyatı’nı çok severek okuduğum için dersleri tutkuyla çalışır (ne yaparsam tutkuyla yaparım aslında, ya da hiç yapmam), sınavlarda da genellikle AA dışında pek bir harf görmezdim. Bu sebeple “Onur Derecesi” ile bitirdiğim bölümde diplomamı ve onur belgemi değerli hocamın elinden almak benim için büyük bir mutluluktu; sevinçten havalara uçmuştum.
Seneler sonra, eşimle ilk tanıştığımda, uzun yıllar kullandığımız yelkenlimiz Bluebird II’yi Oya Hoca’nın eşi Affan Bey’den satın aldığını öğrenmiştim. Demek ayrı zamanlarda aynı tekneye binmişiz.

Sonelerle Yaşayan Hoca
Hocamızın en sevdiği sonelerden biri, hepimizin hatırlayacağı o dizelerle başlardı:
"Seni bir yaz gününe benzetmek mi? Ne gezer?”
18. Sonnet. Bu dizeleri öyle bir ses tonuyla okurdu ki, sınıfta bir anda mevsim değişirdi.
“Ama senin sonsuz yazın hiç solmayacak,” derken gözlerinin içi gülerdi. O ânın içinden şiir sızardı.

116. Sonnet’in son iki dizesi ise Oya Hoca için adeta baştan çıkarıcı bir ihtiras barındırıyordu:
“Yanılıyorsam bunda ve çıkarsa yanlışım,
Ne hiç kimse sevmiştir, ne ben şiir yazmışım.”

Bu dizeleri okuduktan sonra gözlüğünü düzeltir, bir an susar, sonra gülümseyerek şöyle derdi:
“Daha ne desin?”
Ve eklerdi:
“Eğer bu yanlışsa çocuklar, Shakespeare hiç yazmamış ve hiç kimse âşık olmamış demektir. Yani söyleyin Allah aşkına, adam daha ne desin?”

Şiirle Düşünen, Şiirle Güldüren
Bir gün, 17. yüzyıl metafizik şairlerinden Andrew Marvell’ın ünlü şiiri To His Coy Mistress’i (Nazlı Sevgiliye) anlatırken şöyle demişti:
“Çocuklar, şair ne diyor burada biliyor musunuz kısaca? Fazla vaktimiz yok, nazlanma, gel beraber olalım!”
Sınıf gülmekten kırılmıştı. Bir şiiri anlatırken onu yaşardı. Başkasının ağzında bayağı durabilecek bu cümle, onda gayet hoş ve etkileyiciydi. Biz ise hem şaşırır, hem hayran kalırdık.

Bir Akademik Lider Olarak Oya Hoca
Oya Hoca, 22 yıl boyunca İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’nün başkanlığını yaptı. Hem iyi bir idareciydi hem de yol açıcı bir öğretmendi. Öğrencilerini kalıplara sokmadı; düşünmenin, sezmenin, sorgulamanın kapılarını araladı. Disiplinliydi ama zarif, zarifti ama dirençliydi. Akademide nadir rastlanan bir karizması vardı: hem ciddi hem neşeli, hem meydan okuyan hem de kapsayıcı.

Cici İnsanların En Renklisi
Ama Oya Hoca’nın asıl büyüsü, sınıfta geçen o anlarda gizliydi.
“Introduction to English Literature” dersinde bir gün şöyle demişti:
“İnsanlar ikiye ayrılır çocuklar: cici insanlar ve kaka insanlar. İkincisinden uzak durun.”
O gün sınıfça birbirimize baktık, gülümsedik. Ne kadar doğru, değil mi? Her zaman uygulayamasam da, artık çok daha iyi anlıyor ve yaşamaya çalışıyorum.
Drama dersleri ise başlı başına bir evrendi. Onunla İbsen’in iç sıkıntısını, Çehov’un sessiz kederini iliklerimizde hissettik. Karakterlerin suskunluklarında bile bir çağrı olduğunu bize o öğretti.
Woody Allen’a da bayılırdı. Amerika’da birkaç kere yan yana masalarda yemek yediklerini anlatmıştı bizlere. Yazar olarak da çok severdi. Allen’ın hikâyelerine onunla güldük ama o kahkahaların içinde hep bir ince zekâ, hayata dair bir sezgi, kırmadan sorgulayan bir ironi vardı.

Vedaya Sığmayan Bir Direniş
Ve belki de en unutulmaz olanı: son yıllarında, hastalıkla mücadele ederken dimdik duruşuydu. Üniversitemize kayyım atandığında geri çekilmedi. Fiziksel olarak yorgun düşse de fikrinden, vicdanından, duruşundan bir adım bile geri atmadı. Koltuk değneği ile orta sahada direnişe katılmış, “Ben bu okulda 65 yılımı geçirdim. Bu nadide çiçeğin koparılıp atılmasına razı değilim. Bu kadar” demişti. Senelerini verdiği okuluna giriş kartı elinden alındı... O bile onu yıkmadı. İşte, bu bize verdiği son ve en güçlü dersti.

Kahkahanın Derinliği
Hakkında yazılanlardan biri de İzzeddin Çalışlar’ın kaleme aldığı “Oya Başak: Kahkahanın Derinliği” adlı kitaptır. İsmi bile her şeyi anlatıyor aslında. Çünkü onun kahkahası yalnızca neşeden değil; meraktan, bilgiden, renkten ve dirençten doğardı.
Güldüğünde hepimiz hafiflerdik. Ama o kahkaha hep bir şey anlatırdı. Hep anlatırdı.

Son Söz
Boğaziçi’nin taş duvarları, çamların gölgesi, açelyaların renkleri şimdi onun adını fısıldıyor.
Her bahar, o kahkahayı yine duyar gibi olacağız.
Onu tanımış olmak, öğrencisi olmak, büyük bir ayrıcalıktı.

Nurlarda uyusun Oya Hoca.
Cici insanların en renklilerindendi.
Kahkahası gökyüzüne karışsın.
Ve biz, onun öğrettiği gibi, cici kalmaya, dimdik durmaya ve hayata şiirle bakmaya devam edelim.