Haber Fotoğrafı: Sebastião Salgado (8 Şubat 1944 – 23 Mayıs 2025)
“Ağaçlar gezegenimizin saçlarıdır.” Sebastião Salgado
Siyah beyaz kareleriyle dünyanın ve insanlığın vicdanı olmuş bir sanatçıdır, Sebastião Salgado… Salgado’nun objektifinden dünyaya bakmak, insanoğlunun aslında ne kadar acımasız ve yıkıcı olduğunu anlamak demek. Yaşamını, insanlık hallerini yansıtmaya adamış Brezilyalı fotoğrafçı için Yönetmen Wim Wenders diyor ki:
“Bir fotoğrafçı, ışıkla resim çizendir… Dünyayı ışık ve gölgeyle yazan ve yeniden yazandır. Tıpkı binlerce siyah beyaz karesiyle, insanoğlunun karanlığına vurgu yapan ve gezegenimizin vicdanı olan Brezilyalı fotoğraf sanatçısı Sebastião Salgado gibi!”
Fotoğrafçı kendisini anlatıyor: “1944 yılında Brezilya’da doğdum. Brezilya’nın henüz bir piyasa ekonomisine kavuşmadığı günlerdi onlar. Bir çiftlikte doğmuştum. O günlerde çiftliğin yarısından fazlası yağmur ormanıydı. Muhteşem bir yerdi, inanılmaz güzellikte kuşlar, hayvanlar vardı. Nehirciklerimizde timsahlarla yüzerdim. O çiftlikte 35 kadar aile yaşardı; her şey orada üretilir ve tüketilirdi, az sayıda ürün de pazarlanırdı. Senede bir kere pazara giderlerdi, ürettikleri sığırların fazlasını satmak için. Binlerce sığırı mezbahalara ulaştırmak için 45 günlük yolculuklar yapılırdı. Çiftliğe geri dönüş yolculuğu ise 20 gün kadar sürerdi.
“15 yaşına ulaştığımda, oraları terk etme arzusu duydum; daha büyük bir şehre gitmek için… Orada çok değişik şeyler öğrendim; lise eğitimimi tamamladım. Bu esnada Brezilya örgütlenmeye, sanayileşmeye başlamıştı ve politikayı anlar olmuştum. Aşırı uçlara kaymış, sol partilere üye olmuş ve bir eylemciye dönüşmüştüm. 68 Kuşağından her genç gibi...
“São Paulo’da İktisat Master bursu kazanmıştım. İşte o 60’lı yıllarda hayatımın en önemli şeyi gerçekleşti: En iyi arkadaşıma, hayat boyu yaptığım her şeyde ortağım olacak o inanılmaz kıza rastladım, karım Lélia Wanick Salgado’ya…
“Ülkemdeki cunta, işkencenin dozunu artırınca, 1969 Ağustos’unda Fransa’ya göçtüm. Ben okurken, Lélia mimari çalışıyordu. İşlerimiz için aldığım fotoğraf makinesiyle bir şeyler yapmak çok eğlenceliydi. İlk çektiğim karede tabii ki Lélia vardı.”
Sebastião Salgado bir yatırım bankasında çalıştı. Sayısız seyahat yaptı. Gelişme projelerine finans sağladı. Günün birinde fotoğrafçılığın tüm yaşamını kapsadığını anladığında, her şeyi terk etti. Çevresindekiler onu “foto-gazeteci” olarak veya “antropolojist bir fotoğrafçı” olarak adlandırdı.
Salgado, 1994-2000 yıllarında çektiği fotoğrafları Göçler serisinde topladı. Bu sırada, Ruanda’da vahşetin ta kendisini belgelerken her gün yüzlerce ölüme tanıklık etti. Türümüze inancını yitirdi, yaşamdan uzaklaştı ve kendi Stafilokok’larının saldırısına uğradı, bedeninin her yeri iltihaplanmıştı. Karısıyla sevişirken, sperm değil kan geliyordu!
Paris’te bir doktor arkadaşını görmeye gitti. Doktor şöyle açıkladı:
“Hasta değilsin, öylesine çok ölüme tanıklık ettin ki, sen de ölmektesin… Hemen durmalısın.”
Salgado bir karar aldı, doğduğu topraklara geri dönecekti. O günlerde anne-babası çok hastaydı. Yedi kız kardeşi, ortak karar uyarınca toprakları Sebastião ile karısı Lélia’ya verdiler. Ve Lélia müthiş bir fikir öne sürdü: “Neden eskisi gibi bir yağmur ormanı yaratmıyoruz?”
Sebastião anlatıyor:
“Ekmeye başladık, ilk yıl çok ağaç kaybettik; ikinci yıl daha az… Yavaş yavaş o ölgün toprak yeniden doğmaya başladı. Yüzlercesi, binlercesi ile dikmeye başladık ağaçları; tabii ki, sadece yerel türleri… Yok olanın benzeri bir ekosistemini yaratmaya çalıştık. Biz topraklarımızı ulusal bir parka dönüştürmek istiyorduk. Topraklarımızı doğaya tekrar kazandırdık.”
Salgado’lar, Instituto Terra (Toprak Enstitüsü) olarak adlandırdıkları kuruluşa önayak olurken, dünyanın her yerinde benzeri çevreci projelere finansman sağlamayı da hedefliyorlardı. Yaşam yeniden filizlenirken, Sebastião Salgado’nun en büyük arzusu fotoğrafçılığa geri dönmek oldu. Bu kez istediği, tek bir türü -yani insanı- yeniden resimlemek değildi!
Salgado duygularını şöyle anlatıyor:
“Diğer varlıkları, diğer hayvanları, peyzajları fotoğraflarken, yeni baştan doğa ile dengede olacağımız günleri resimlemek istedim. 2004’te başlayıp, 2011’de tamamladım. İnanılmaz sayıda fotoğraf elde ettik. Lélia kitaplarımın tasarımını yaptı.
“Doğal yaşamda bir denge istiyorsak, gezegenimizde o ‘bozulmadan kalanı’ muhafaza etmeliyiz, biz bu şekilde varız. ‘Bozulmayanın’ şimdiki halini muhafaza etmek için mücadele etmeliyiz. Lakin bu mücadelenin başka bir yönü daha var: Yeniden inşa! Toplumlar inşa etmeliyiz. Geri dönüşü olanaksız bir noktaya ulaştık, Brezilya’daki ormanımız Kaliforniya kadar iken, şimdilerde %93’ü yerle bir edilmiş. Ürettiğimiz karbonu dönüştürebilecek yegâne mekanizma ağaçlar. Atlanta üzerinden ABD’ye gelirken kendi ellerimizle yarattığımız çöller üzerinden uçtum. Hindistan’da ağaç kalmadı, İspanya’da ağaç kalmadı. Bu ormanları yeni baştan inşa etmeliyiz.
“Su sistemimiz için ağaçlar gerekli. Siz mutlu insanların başında çok saç var; duş aldığınızda saçınızın kuruması uzun zaman alır. Benim ise (kendisi kel!) bir dakikada saçım kurur. Ağaç konusunda da aynı durum geçerlidir. Ağaçlar gezegenimizin saçlarıdır. Ağaçsız bir bölgede yağmur yağdığında, birkaç dakika içinde su toprağı derelere taşır. Köklerse suyu içlerinde muhafaza eder. Dallar ve yapraklar nemli bir beden oluşturur. Suların derelere, nehirlere ulaşması aylar sürer. Suya hayatımızın her safhasında gereksinimimiz var!
“Sonuçta, çocukluk cennetim olan bu çiftliği aldığımda toprağımız tamamen kurumuştu. Şu anda ekili 2 milyon ağacımız var. Bu ağaçlarla 100.000 ton karbon tutumu sağlamış oluyoruz, biz bir ekosistem yarattık. Brezilya’da yarattığımız modeli, her yere nakledebiliriz. Ve bunu hep beraber yapabiliriz.”
Seattle’da, 1854 yılında, Kızılderili Şef, Beyaz Saray’a bir mektup yazar; çünkü halkının toprağını beyaz adamlara satması istenmektedir:
“Beyaz adamın kurduğu kentlerin yarattığı patırtı bile acı veriyor Kızılderili’ye. Beyaz adamın mahallelerinde sükûnet hiç yok ki… Baharda açan bir çiçeğin, taçyapraklarını açarken çıkardığı sesleri veya böceklerin kanat çırpışlarını nasıl duyacağız? Şayet yalnız bir kuşun ağlamasını veya su birikintileri etrafında buluşup laflayan kurbağaların seslerini dinleyemezse insan, yaşamın ne anlamı kalır ki!
Şayet toprağımızı alma önerinize onay vermeye karar verirsek, bir şartımız olacak: Beyaz adam, bu toprakların hayvanlarına kardeşleri gibi davranacak. Bozkırlarda çürüyen bizonları gördüm, binlercesi ile… Dumanlı demir atın, nasıl olur da bizondan daha önemli olabileceğini anlayamıyorum. Biz ‘vahşi’ olduğumuz için bizonu, sadece aç kalmamak için öldürüyoruz. Hayvanlar olmadan insanlar nedir ki? Canlıların yok edildiği bir dünyada insan, ruhun yalnızlık duygusundan ölür.”
Salgado’nun karelerinden dünyaya bakmak, insanoğlunun bir başka insan için aslında ne kadar acımasız ve yıkıcı olduğunu anlamak demek.