Haber Fotoğrafı: Dr. Musa Albukrek (25 Mayıs 1937 – 7 Haziran 2025)

7 Haziran Cumartesi günü çok değerli dostum, Dergi yazarımız Dr. Musa Albukrek’i 88 yaşında kaybettik. Çok yönlü bir kişi olan Musa Bey, hekimliğin yanı sıra keman virtüözü, maket yapım ustası, ressam ve yazardı. Kendisi ile 2020 yılında, Varlık Yayınları’ndan çıkan Çek Kayıkçı Balat’a isimli kitabım için gerçekleştirdiğimiz keyifli söyleşiden alıntı yaparak hem Musa Albukrek’i yâd etmek hem de ilginç yaşam öyküsünü paylaşmak istedim…

"... ...Musa Albukrek, 1937 yılında Tepebaşı’nda doğdu. Yıllarca Pera-Galata arasını adımladı. Hayatı boyunca en çok Büyükada’da olmaktan mutlu oldu. Tepebaşı’nı yağmurlarda hatırlardı…
Çocukluğu II. Dünya Savaşı’nın koyu, ağır, bunaltan gölgesi altında Tepebaşı’nda geçti. Karartma günleriydi. Ampuller mavi kâğıda sarılıyor, camlar siyah kağıtlarla kapatılıyor, siren sesleri sokağı dolduruyordu. O yıllar aynı zamanda ekmeğin ‘vesika’ ile alındığı yıllardı…
Musa Albukrek’in babası Ovadya, 40 yaşlarındayken evlenip, beş çocuk sahibi olmuş. Bay Ovadya, Ankara Yahudi mahallesinden, 11 çocuklu bir ailenin en küçük çocuğuymuş.



Musa Albukrek’in çekirdek ailesine anneanne ve büyükbaba da eşlik etmiş. Dönemin büyük aileleri gibi aynı evde yaşamasalar da çok yoğun bir ilişkileri varmış: “Büyükbabam çok zevkli bir insandı. Sık sık Viyana’ya gider, görkemli biblolar alırdı. Tek çocuğu olan anneme çok düşkündü… Dedem Osmanlı Bankası ve Sular İdaresi’nde ikinci müdürdü. Akıllı, parasını iyi değerlendiren biriydi. Bugün, ona hâlâ dua ettiğimiz Büyükada evini, eşi ve kızından saklı olarak inşa ettirdi…

Yemenici Sokak’taki evi
Albukrek ailesi, Yemenici Sokak’taki 1 no’lu evlerini 1929 yılında satın almışlar. Kadıköylü bir ailenin kızı olan anne Reina (Asseo) ve baba Albukrek tam 50 sene, 1980’li yıllara değin bu evde yaşamışlar. Musa Albukrek, o evi şöyle hatırlıyor: “Beş katlı, eski bir Fransız ikametgâhı olan binanın her katında sadece iki oda vardı. Ev sefertasına benzer, haberleşme merdiven boşluğundan yapılır, geceleri sürme kilit ve demir çubuk giriş kapısına takılırdı. İlkel kalorifer ise imece usulü, peder, ağabeyim, bazen ben ve kardeşim tarafından besleniyordu…
1970-80 arası oldukça hareketli bir dönem yaşanmış. Albukrek şöyle anlatıyor: “1975-1980’li yıllar hem ülke için hem de ailemiz açısından zor bir dönemdi. Annemin kolu kırılmıştı. Babama bakması söz konusu değildi. Her ikisini de bizim evlerimize aldık, münavebe ile biz kardeşlerde misafir kaldılar. Bir müddet evleri boş kaldı. Evi sattık satacağız derken işgale uğradı. Bir gün, ‘Evinizde piyano çalınıyor’ diye ablama telefon etmişler. Ablam da ‘Benim her kardeşim müzik çalar,’ diye yanıtlamış. Meğerse aslında çalınan piyanodaki notalar değil, piyanonun kendisiymiş. O evde (bütün evi boşaltan) hırsızlar oturdu. Polis, kayyum (sahibi bulunmuyor iddiasıyla) atadı ve ev kayyum tarafından bir şirkete kiralandı. Sonuç itibariyle, aile evimizi yok pahasına elden çıkardık. Günümüzde bu bina İstanbul Edebiyat Evi oldu.”



Musevi Lisesi’ndeki yıllar
Musa Albukrek, 1943-1955 yılları arasında Musevi Lisesi’nde okumuş. Okulun tarihi hakkında şu bilgileri veriyor: Musevi Lisesi öncelerinde Kumbaracı Yokuşu’ndaydı ve tedrisat sadece Fransızcaydı. 1943’te çıkan kanun uyarınca orası bir Türk okulu oldu. Yabancı diller hariç tedrisat Türkçe olacaktı… İlkokulu bitiren öğrenciler diğer yabancı okulları tercih ederlerdi. Fakat babam okulun mütevelli heyetinde olduğundan bizim başka yerde eğitim almamızın haysiyetine uygun olmadığı kanaatindeydi…”
Söz dönüp dolaşıp, yeniden Musa Albukrek’in babasına geliyordu. Albukrek, babasını derin bir özlemle anlatıyordu: “Babam öksüz kaldığında on üç yaşındaymış. Mezuniyetinden sonra Şam ve Halep’te öğretmenlik yapmış. Askerliğini de Bağdat’ta tercüman olarak yapmış. Harp bittiğinde Beyrut Tıp Fakültesi’ne yazılmış. Bir sene orada okuduktan sonra Paris Tıp Fakültesi’ne devam edip, oradan mezun olmuş. Paris'e yerleşme sürecinde Ankara'da, Cumhuriyet sonrası imar edilen şehirde, aile mağazalarının istimlak edilmesi nedeniyle yurda dönmüş. Annemle tanıştırılıp, 1929 yılında evlenmişler.”



II. Dünya Savaşı sıraları
Musa Albukrek, İkinci Dünya Savaşı yıllarında Beyoğlu’nu şöyle betimliyor: Gözlerimi dünyaya açtığım 1940’larda II. Dünya Savaşı’nın yarattığı yokluk ve fakirlik bütün ülkedeki gibi Galata semtinde de hissediliyordu. İşi olmayanlar zaten sefaleti sürdürüyordu. İş güç sahibi kesim ise Varlık Vergisi’nde çok zor duruma düşmüştü. Maddi durumu alt seviyede olanlar Kasımpaşa’da otururlardı. Daha iyi durumda olanlar Tozkoparan’ı, Refik Saydam’ı tercih ederlerdi. Bizim ailemiz de benzeri diğer aileler gibi Tepebaşı civarında otururdu. Bu ahval 1950’lere değin sürdü. Sonrasında aileler toparlandı ve daha şık semtlere taşınmaya başladılar. Böylece Kuledibi boşaldı...”
Musa Albukrek’in Bar Mitsva’sını yaptığı Apollon Sinagogu sonradan Yıldırım Spor Kulübü oldu. Şimdilerde ise bir iş hanı. Albukrek, Yahudi Cemaati’nin Beyoğlu’ndaki izlerine dair şunları söylüyor: “Neve Şalom Sinagogu, 1950 yılında I. Karma Okulu’nun üzerine inşa edildi. I. Karma çok büyük bir okuldu. Tiyatro salonu da çok büyüktü. Ablalarım Rita (Albukrek Ploga) ve Nenet (Albukrek Asseo), II. Dünya Savaşı günlerinde orada rengarenk krepon kağıdından yapılmış elbiselerle bale gösterine katılmışlardı. 1950’lerde Yahudi ahalisinin bölgeden taşınmaları, azalan öğrenci sayısı ertesinde verilen bir kararla I. Karma küçültüldü. Özellikle müsamere salonu iptal edilerek, Neve Şalom Sinagogu inşa edilme kararı verildi. 1970’li yılların sonunda ise ilkokuldan boşalan alan Neve Şalom’un günümüzdeki Kültür Merkezi’ne dönüştürüldü. Yazıcı Sokak’ta bulunan II. Karma İlkokulu da şimdilerde Barın-Yurt (Huzur Evi) oldu...”

Fransız tarzı bir yaşam
Albukrek ailesinin çocukları özellikle müziğe olan sevgileri ve yetenekleri ile tanınır, ailenin tüm çocukları piyano ya da keman çalmayı bilirmiş: Okula gider gelir sokakta hiç oynamazdım. İkisi kız, üç erkek beş kardeş kendi aramızda zaman geçirirdik. Ağabeyim Viktor derslerime, hobilerime yardım ederdi. Bana babalık etti sayılır. Benden beş yaş küçük kardeşim Yılmaz’la çok yakındık. Birlikte oyunlar oynar, yaptığımız gemileri, uçakları yüzdürür ve uçururduk. Hepimiz müzik yapardık; keman, piyano... Hocalar eve gelirdi. Her ne kadar çok varlıklı değilsek de babamızın Paris’teki eğitimi doğrultusunda evimizde entelektüel, Fransız tarzı bir yaşam vardı…”
Yaşıtları diğer erkek çocuklar gibi hiç futbol oynamayan Musa Albukrek, Batı kökenli konser ve kültür faaliyetlerini kaçırmazmış: “Haftanın bir günü maaile sinemaya, ablamlarla Saray Sineması’ndaki konserlere giderdik. Librerie Hachette’te çok zaman geçirirdik, kitapları karıştırırdık. Beyoğlu’ndaki Çiçek Pasajı’na giderdik… Avrupa’dan gelenler Kervansaray’a varyete izlemek üzere götürülürdü. Orada Darvaş, Dario Moreno gibi sanatçılar sahne alırdı. Biz daha çok Yasha Haifetz, Arthur Rubinstein gibi klasik müzik konserlerini Saray Sineması salonunda takip ederdik. Saray’ı da işleten Arditty-Puller Ailesi’nin ‘Kontiya Şirketi’ idi. Avrupa’dan Comedie Française ve Viyana Operası gibi şık gösterileri ailece hiç kaçırmazdık…”
Galatalı Yahudilerin kendilerine özgü bir dünyaları da varmış: Galata’daki Yahudi yaşamında Belifante’den alışveriş yapılırdı. Orası lükstü. Sokaklarda, ‘atramuz’, ‘liparidas’, ‘likorino’ satılırdı. Bayram günlerinde Purimlikler, mavlaçlar, işportada satılırdı. Pesah vakti ‘şarope blanko’ ve ‘masapan’ ise Belifante’de bulunurdu. Şimdilerde bir sanat galerisine dönüştürülen Matsa Fırını da buradaydı…”
Varlıklı Yahudi aileler Galata’yı terk ettikten sonra bile alışverişlerini bu bölgeden yapmaya devam etmişler. Musa Albukrek, “Adeta birer hac gibi buraya gelirlerdi” diyerek bu durumu önemle vurguluyor. 1970’lere kadar bu yaşam tarzı bir nebze korunmuş. 1970’lerin sonuna doğru, Galata’daki ‘şenlik’ yavaş yavaş kaybolmaya başlamış. Şöyle anlatıyor Musa Albukrek: “1970’li yıllarda askere gidip geldiğimde Galata’yı tanıyamadım. Neve Şalom Sinagogu’na yakın yaşamayı tercih eden birkaç din adamı dışında, Yahudiler bölgeyi tamamen terk etmişlerdi. Günümüzde ise Kuledibi yabancıların yerleşmeyi tercih ettiği gözde bir semt oldu.”
Musa Albukrek, cerrah olduktan sonra yüksek lisansını Proktoloji üzerine yaptı. Yıllarca Amiral Bristol Hemşirelik Yüksek Okulu’nda ve Yıldız Teknik Üniversitesi’nde öğretim görevlisi oldu. 1971 yılında çocuk doktoru olan Lydia Franco ile evlendi. Dr. Lydia, Pera’da ünlenmiş bir tuhafiye – mefruşat dükkânı olan Lazzaro Franco’nun kızıydı. Müessese 1942’de yürürlüğe giren Varlık Vergisi’nde biçilen tutarı ödeyememiş, Osmanlı Bankası araya girerek borçlarını devlet ödemişti. 6-7 Eylül Olayları’nda (1955) mefruşat dükkânı müthiş bir talanla yerle bir edildikten sonra, Francolar ailece İtalya’ya göç etti. Lydia, eşi Musa ile tanışınca Türkiye’ye geri döndü. Çiftin iki kızları oldu; Yael ve Sandra yurt dışında yaşıyorlar... ...