Fotoğraflar: Sebla Selin Ok


Arles… Provence’ın güneşini içine çeken, Van Gogh’un fırçasından taşan o ışığı hâlâ sokaklarında gezdiren büyülü bir şehir... Güneş burada sadece bir doğa olayı değil, sanatsal bir deneyime dönüşür; nitekim Van Gogh’un mektuplarında “Güneyin sarı ışığı” olarak betimlediği bu parıltı, onun renk paletini kalıcı olarak değiştirmiştir. Arles’a 1888 yılında gelen Van Gogh, burada geçirdiği sadece on beş ay içinde 300’den fazla eser üretmiş, “Sarı Ev”, “Gece Kafesi”, “Rhône Nehri Üzerinde Yıldızlı Gece” ve “Les Alyscamps” gibi yapıtlarla şehri adeta bir açık hava stüdyosuna dönüştürmüştür. Roma amfitiyatrosunun taşlarında yankılanan geçmiş, bugün modern sanatın en cesur örnekleriyle el ele tutuşuyor burada. Bir zamanlar Gauguin’le kavgalı dostluklar kuran Van Gogh’un izinde, bugün çağdaş sanatlar konuşuyor. Arles artık sadece bir ressamın hatıralarında değil, geleceği şekillendiren sanatçıların hayallerinde de yaşıyor.


Les Rencontres d’Arles Festivali
İlk bakışta küçük ve dingin bir Provence kasabası gibi görünse de Arles aslında kültürel bir vaha. Her yaz Les Rencontres d’Arles adlı bir festivalle dünyanın çok farklı coğrafyalarıyla ilişki kuruyor. Bu yıl 56. kez düzenlenen bu fotoğraf festivali, görsel anlatının politikayla, kimlikle ve teknolojiyle kurduğu karmaşık ilişkilere açılan dev bir platform haline geliyor. “Disobedient Images” temasıyla, görsellerin itaat etmeyi reddeden doğasına dikkat çeken festival, tıpkı Arles gibi hem geçmişle hem şimdiyle konuşuyor.


Bu seneki festivale damgasını vuran bölümlerden en önemlisi, postkolonyal coğrafyalardan gelen sanatçıların işleri oldu. Bu eserler, yalnızca geçmişin karanlık mirasını değil, aynı zamanda günümüzün çok katmanlı kimlik ve aidiyet meselelerini de görsel bir dille sorguluyordu. Festival, böylelikle fotoğrafın yalnızca bir belgeleme aracı değil, aynı zamanda iktidar yapılarıyla hesaplaşan, sessizleştirilmiş sesleri görünür kılan bir direniş biçimi olduğunu bir kez daha hatırlattı. Bu bağlamda en dikkat çeken sergilerden biri, On Country: Photography from Australia sergisi, Aborjin ve Torres Strait Adalı sanatçıların bakış açısından “mekân” kavramını hem fiziksel hem kültürel bir aidiyet alanı olarak yeniden tanımlıyor. Toprakla kurulan ilişkiyi sömürgecilik, hafıza, yas ve direnç bağlamında görselleştiren bu etkileyici seçki, Avustralya’nın yerli topluluklarının anlatılarını uluslararası izleyiciyle buluşturdu. Japon fotoğrafçı Kikuji Kawada’nın kültleşmiş çalışması The Map ise (1965) yeniden yorumlanarak sergilendi. Kawada’nın, II. Dünya Savaşı sonrası Japonya’sında nükleer felaketin izlerini sürerken kullandığı soyut ve parçalı estetik dili, yalnızca bireysel travmaları değil; ulusal hafızanın bastırılmış katmanlarını da açığa çıkarıyor.

“Harita” metaforu, hem fiziksel hem zihinsel yıkımın izlerini taşıyan bir yerleşim olarak Arles ile şiirsel bir diyalog kurdu. Kawada’nın çalışması, özellikle Doğu Asya’nın travmatik hafızasını Batı’nın görme rejimleriyle karşı karşıya getirerek postkolonyal anlatıya evrensel bir katman daha ekledi. Kawada dışında “Ancestral Futures: Brazilian Contemporary Scene”, Brezilya’nın yerli, Afro-Brezilyalı ve kuir topluluklarının görsel dillerini gelecek tahayyülleriyle buluşturan çok katmanlı bir sergi oldu. Modernitenin tahribatına karşı kolektif hafızayı, mitolojiyi ve bedensel anlatıları ön plana çıkaran işler; sanat aracılığıyla hem iyileştirici hem direnişçi bir zaman kurgusu önerdi. Bu sergiyle Arles, Latin Amerika’nın sömürge-sonrası travmaları ve kültürel yeniden doğuşları için güçlü bir küratöryel alan sundu. Bütün bu çok sesli anlatıların bir araya geldiği Arles’ta, Türkiye’den sanatçıların eksikliği ise göze çarpan bir boşluk olarak kaldı. Oysa Türkiye’nin hem jeopolitik hem kültürel konumundan doğan çoğul anlatı biçimleri, Arles’ın tartıştığı meselelerle doğrudan örtüşüyor. Fotoğraf festivali, Arles’ın bugüne en net bakan penceresi. Ancak bu pencere aynı zamanda sokak sanatından queer anlatılara, belgesel gelenekten yapay zekâya kadar geniş bir dünyaya açılıyor. Fotoğraf, Arles’ta sadece gösterim değil, düşünüm. Bu yıl örneğin dijital arşivler, yok olan kültürlerin izlerini sürmek için kullanıldı. Beden politikaları üzerine kurulan performatif işler, özellikle trans ve non-binary sanatçılar için görünürlük alanı yarattı. Sansüre karşı verilen mücadelede, sanatçılar küratörlük yaparak kendi alanlarını yaratıyorlar.



Modern sanatın Arles’taki kalelerinden LUMA
Modern sanatın Arles’taki kalelerinden biri olan LUMA Arles da Arles’ın bugün sanatta temsil etmeye aday olduğu çoksesliliğin bir parçası ve bu çok sesliliğin anıtı gibi yükseliyor şehrin siluetinde.

Frank Gehry’nin tasarımıyla inşa edilen bu göz alıcı kule hem mimari bir manifesto hem de sanatın fiziksel mekânla nasıl yeniden yazılabileceğinin kanıtı. Maja Hoffmann’ın önderliğinde on yıldan uzun sürede hayata geçirilen bir projeyle de bir sanat mabedi değil, bir üretim laboratuvarı adeta. LUMA’nın varlığı, Arles’ı sadece bir sergi mekânı değil, çağdaş kültürün üretim ve düşünme alanına dönüştürmüş durumda. Bunların yanında Arles Van Gogh’un hayaletiyle konuşmayı sürdürüyor. 1888’de yaptığı ve Arles’daki Place du Forum’u resmettiği “Rhône Nehri Üzerindeki Yıldızlı Gece” tablosu tam 136 yıl sonra şehre geri döndü. Arles sokaklarında yürürken onun hastanede çizdiği bahçeyi, Les Alyscamps’ı, Café de la Nuit’yi görmek, sadece bir turistik rota değil, bir hafıza seansına dönüşüyor. Belki de bu yüzden Arles, geçmişin gölgesinde ama geleceğin ışığında bir yer.


Arles’ın sanata gösterdiği bu sonsuz misafirperverlik yalnızca festivaller ve müzelerle sınırlı değil. Le Collatéral gibi alternatif mekânlar, bir zamanlar kilise olan alanları kültürel merkezlere dönüştürüyor. Musée Réattu’da modern sanatla, Musée Départemental Arles Antique’te Roma geçmişiyle, Fondation Vincent van Gogh’ta ise sanatçının çağdaş mirasıyla tanışıyorsunuz. Ve evet, Place du Forum’da oturup kahvenizi yudumlarken bir Van Gogh tablosunun içine düşmeniz işten bile değil.


Ve tabii ki, tüm bu deneyimi besleyen o tanıdık Provence dokusu: uçsuz bucaksız tarlalarının kokusu, Rhône’un serinliği, Les Baux-de-Provence’a uzanan yollar… Marsilya üzerinden Arles’a geçmek, bu yolculuğu neredeyse bir tür kadim ritüele dönüştürüyor. Şehre girdiğiniz anda moderniteyle antik çağ arasında titreşen bir zamansızlık sarıyor sizi. Arles, yalnızca geçmişin mirasını koruyan bir açık hava müzesi değil. Aksine, bu mirası bugünün meseleleriyle yoğurarak yeni anlamlar üreten bir kültürel zemin. Belki de bu yüzden her yıl binlerce sanatçı ve izleyici buraya akıyor; çünkü Arles, bir şehir değil, bir anlatı. Her sokağı, her taşı, her gölgesiyle anlatacak bir hikâyesi var. Sonuçta, Arles’ı anlamak biraz da orada kalmak, sokaklarında kaybolmak, gökyüzüne onun bakış açısıyla bakmakla mümkün. Van Gogh’un dediği gibi: “Doğanın derinliklerinde bir şey var, onu ancak resmetmeye çalışarak hissedebilirim.” Ve ben de bu görkemli Orta çağ kentini deneyimledikten sonra biliyorum ki, sanatçılar dünyayı Arles’da resmetmeye devam edecek.