Haber fotoğrafı: Camera Lucida


Kimi sararmış, kiminin köşeleri yırtık, buruşmuş; Sontag’a bakarsanız, Benjamin’in sözünü ettiği Auara’yı böylelikle kazanıyor fotoğraflar. Fotoğrafların eskilikleri onları ilginç ve dokunaklı yapıyor. Çağımızda “gerçek” tanımının sürekli değişiyor olması, “gerçeğin görüntüleri” oldukları ileri sürülen fotoğraflardan beklediklerimizi de değiştiriyor. Gerçek giderek daha da tanımlanması zor ve uçucu bir hale geldikçe, somut elle tutulur, anlaşılabilinir görüntülere ihtiyacımız artıyor. Böylelikle fotoğraflarla tanımladığımız ve özlemini duyduğumuz, ne olduğu belli bir geçmişin varlığına inanmamız bugün ile mücadelemizi kolaylaştırıyor.
Nazif Topçuoğlu


Cüzdanlarımızdaki portreler

Hatırlar mıyız, uzun yıllar önce cüzdanlarda taşınan portreleri? Fotoğrafla, dijital çağ öncesinde tanışan bazılarımızın bu soru üzerine eski cüzdanlarını bulmak için ani bir istek duyduğuna eminim. “Bir fotoğrafı sevmek ne demekti, cep telefonlarımız henüz cebimizde yokken?” diye sorsak ilk akla gelenin yine bu fotoğraflar olacağına emin olduğum gibi…
Aşk, birine duyulan bağlılık ve sevgi, fotoğraftan önce bu denli somut bir bedenselliğe bürünmüş müydü? Aşkın bir fotoğrafı sevmek formatındaki dışavurumu nasıl bir temsili varoluş biçimiydi?
Bir fotoğrafı sevmek ne demekti?
Annesinin ölümü üzerine yaşadığı yas süreciyle onun fotoğrafları arasında yolculuğa çıkan Fransız düşünür Roland Barthes, “Camera Lucida” isimli kitabında bu soruya verilebilecek bazı yanıtlarla bizleri derinden sarsar. Roland Barthes’ın Camera Lucida’sının dünyasında, onun hezeyanları aşk deneyimiyle ve daha özel olarak da onun “aşk sancıları”, “aşırı aşk” dediği şeyle ilgilidir. Ama aşk nedir ve bize ne şekilde acı verir, bizi nasıl delip geçer, bize nasıl çarpar ve bize ölümlülüğümüze dair nasıl bir bakış sunar? Ölümle, yasla, müzikle ve fotoğrafla nasıl bir ilişkisi var? Bu sorular arasında yolculuğa çıkarır okuyucusunu.


Aşkın fotoğraf ile ilişkisi
Çok sevdiğimiz birinin fotoğrafıyla bağlantı kurmanın eşsiz deneyimini çoğumuz hayatımızın bir döneminde yoğun bir şekilde yaşamış olabiliriz. Ancak bu yoğunluğu oluşturan şeylerin sevginin ölüm ve yasla olan travmatik ilişkisi de olabileceğini düşünmek farklı bir açılım sunar. Bu fotoğraflar günümüzde bizlere nostalji duygusunu tattırır ve kendi özel tarihimiz adına farklı çıkarımlarda bulunmamıza olanak sağlar. Bazen buruk bir acı, bazen de bir tebessüm ile... “Gerçeğin” yeniden tanımlanması, yaşam ve ölüm kavramları, ilişkilerin betimlenmesi, yaşamı biriktirerek oluşturmak ve başka yaşantılara duyulan merak ve yabancılaşma, özel hayata ilişki fotoğrafların içinde keşfedilmeyi bekleyen şeylerden yalnızca birkaçıdır. Şimdi kendi cüzdanlarımızda ve bugün de cep telefonlarımızda, sevgili yüzler arasında çıktığımız yolculukta, aşkın hayatta kalmak için ölmenin nasıl da imkânsızlığına sığındığının farkına varmaya başlayalım.



Öncelikle, fotoğraflar sevilen yüzün hayatta kalması için bir geri dönüşlülük önermez çünkü fotoğraflar sayesinde o sevgili yüz hiç silinmez. Fotoğraf kaydı sevgiliyi sonsuza dek ölümsüz kılmak için çekildiği anda ölümün anlık ve şiddetli bir canlandırmasını yapar. Bu “bir gün gelecek ve o sevgili yüz burada olmayacak” ya da “az önce burada bu şekilde var olandı ve ayrılıp gitti” şeklinde bir yokluk parodisidir. Dolayısıyla ölümün ve yasın ne olduğunu, sevilene dair kaybın nasıl bir hüzün yaratabileceğini bu ölümsüz kaydın içinde saklar. Bu nedenle aslında bütün portre fotoğrafları aşkı saklar. Ancak bu aşk deneyimi de yaşamda deneyimlediğimiz diğerleri gibi düzensiz ve allak bullak bir süreç önerebilir. Öyle ki, tıpkı Barthes’ın annesinin asla tanık olamayacağı çocukluk fotoğrafının ona sevilen kadın ile ilgili en tanıdık vizyonu sunması gibi. “Fotoğrafa yalnızca ‘duygusal’ nedenlerle ilgi duydum,” diye yazar Barthes, “Onu bir soru (tema) olarak değil, bir yara olarak keşfetmek istedim.” Bu derin yaraya Punctum adını verir. Punctum, fotoğrafçının sanatı sayılan şeyden kaçar, aynı zamanda fotoğraf tekniğinin ya da nesnenin sanatı olarak adlandırabileceğimiz şeyden de kaçar. “Beni iğneleyen (ama aynı zamanda yara bere içinde bırakan) o kaza bana dokunaklı, her zaman hem zevkli hem de yaralayıcı olarak hazzı çağrıştıran bir alanı işaret eder” der. Fotoğrafın bir okunabilirlik bir eğitim sunmasına ise Studium adını verir. Studium bir fotoğrafla ilgilenmemizi sağlayan bilgileri çıkarabileceğimiz kültürel ve tarihsel bağlamlar yelpazesini çağrıştırır (sadece genel bir şekilde bile olsa), punctum ise bu okunabilirliği bozan, yeniden üretimin yüzeyini delen veya çarpan şeydir: “Sahneden doğar, bir ok gibi dışarı fırlar ve beni deler, studium’a karşı gelir” diye ifade eder Barthes. Studium, bir efsane biçimini alabilen genellik kurgusunu belirtir. “İşte bu yüzden büyük portre fotoğrafçıları büyük mitolojistlerdir” diye ekler ve onların çektiği portrelerin bir jesti veya bir eylemi yakalayabildiklerinde onu bir ırkın, bir ulusun veya bir sınıfın yüzüymüş gibi sunabilmelerinin öğrenilmişlerini punctum adını verdiği özellikten ayırır. Ancak pek çok yorumlamanın aksine, Camera Lucida’da punctum/studium çifti bize antagonistik unsurlardan, birbirine karşıt ve kendileriyle özdeş iki kuvvetten bahsetmez; daha ziyade, “birlikte-mevcudiyet”i adlandırır. Kısaca bu ikisinin arasındaki de bir aşk ilişkisinden farksızdır. Ne yaşam ne de ölüm, ama birinin diğerine musallat olmasıdır fotoğraftaki mevcudiyet. Sevgili yüze ait, yanımızda taşıdığımız, çoğu zaman varlıklarına dair bir hediye olarak aldığımız fotoğrafları, tanık olmadığımız bir anın ele geçirilmesidir aynı zamanda. Ayrıca evrensel bir birlik duygusu da yaşatır sevgilinin suretine sahip olma özelinde. Hepimiz için özgünlüğü olan o suret üzerinden benzer duyguları güdümleriz. Bu duygulardan biri de yastır.

Birini her kaybettiğimizde, en azından yapısal olarak (her ayrıntıda olmasa bile), benzer bir kayıp yaşamış biriyle tam olarak aynı deneyimler dizisinden geçeriz. Aynı ritüellere teslim oluruz, aynı cümleler ve formüller dizisini yeniden üretiriz. Aynı zamanda ve herkes gibi, acımızın tamamen benzersiz olduğunu düşünürüz. Ve burada haksız değiliz, çünkü paradoksal olarak, aşkta başarısız olduğumuzda ya da birini kaybettiğimizde her seferinde tekrarlanan şey, tam da aşkın ya da kaybın radikal özgünlüğüdür. Fotoğraf, aşk ya da ölüm gibi, tekrarlanan tekilliğin ya da tekil bir şey gibi görünen tekrarın deneyimidir. Fotoğraf bu anlamda aşka özgü bir zevk deneyimini mümkün kılar çünkü sevilen bedeninin maddi kalıntısını canlandırabilme ve hatta belki de dokunabilme olasılığını vaat eder. O artık mevcut ya da canlı olmasa bile ki bu yokluk ya da ölüm bizi yaralayan şeydir, Barthes’ın bize hatırlattığı gibi, bu yara (punctum) onun “orada-olmuş-olma”sının izidir. Bu nedenle fotoğraf her zaman, geçmişin maddi bir izini çağrıştıran, diğer pek çok şeyin yanı sıra geçmiş ile şimdi, ölü ile yaşayan, yıkım ile hayatta kalma arasındaki ilişkiyi yoğunlaştıran aşığa özgü bir musallat olma biçimi olarak karşımıza çıkar. Fotoğraf, fotoğrafı çekilenin bir göstergesidir, tıpkı kokusunun, parmak izlerinin ya da kumda bıraktığı ayak izlerinin onun göstergeleri olması gibi. Bunlar, o zamanlar var olan ama şimdi olmayan bir şeyin işareti olarak birer “mevcudiyet belgesi” olarak, bir bedenin geride bıraktığı izler veya parçalardır.

Fotoğrafta biri kamera önünde poz vermiştir ve o kayıp gitmemiş, aksine bir an için de olsa orada kalmış, tutsak olmuş gibi gözükür. Hareketsiz nesneyi kameranın küçücük deliği önünde üreten bu teslimiyet vaadi, belki de her anlamda yokluğu en hüzünlü şekilde geri getiren şeydir. Bizler de tıpkı sevilen yüz gibi en azından kısa bir süreliğine bile olsa onun karşısında hareketsiz kalıp eşit ilişkiye zorlanırız. Fotoğrafın gücü, burada bizi büyüleme ve savunmasız bırakma kapasitesinde yatar. Fotoğraf, mükemmel bir aşk fetişidir, iki sevgili arasındaki ilişki gibi hem geçmişi hem de geleceği birbirine bağlayan ve gerçekleştiren ve bunu yaparken zamanı tamamen bozan şimdiki zamanın bir parçasıdır. Sevilenin suretini bir öteki olarak yeniden üretiriz. Onun hayalet kimliğine dahil ederek, bir tür “diriliş”i, başka bir “doğumu” mümkün kılarız ve böylece ona yeni bir kendilik ve bir yaşam unsuru katarız. Aşk, ölüm ve yas arasındaki ilişkiyi yeni bir uzamda var ettiğimiz ve beslediğimiz bir yaşam…