Gökyüzü açıktı, yıldızlı ve ölü gibi sakindi.
Böyle bir gökyüzü gördüğümde, keşke müzik yazabilsem diye düşünürüm.”
Henning Mankell

Bazen serinlik, gölgeden değil karanlıktan gelir.
Bir romanı ilk cümlesinden tanırız. Bir diziyi ilk sessizliğinden…

Yazın ortasında, kumsalda ayak parmaklarım güneşe gömülmüşken, burnumun ucunu yakan o yakıcı ışığın içinden bir anlığına uzaklaşmak isterim. Kalın bir battaniye gibi sarar beni Nordic Noir’in soğuk sessizliği. Güneşli günlerde bile içimi üşüten bir türden söz ediyorum. Dışarısı kavururken, içeride, zihnimde, bambaşka bir iklim kuran bu karanlık anlatılar; bazen ferahlatıcı bir gölge gibi gelir. İşte bu yüzden “yaz sıcağında Nordic Noir” diyorum.



Peki nedir bu “Nordic Noir”?
İsveç, Norveç, Danimarka, Finlandiya, İzlanda gibi İskandinav ülkelerinden çıkan bu karanlık polisiye türü; sadece suç değil, insanın karanlık tarafı hakkında da bir şeyler söyler. Soğuk iklimlerin, kısa günlerin, suskun toplumların içinden sızan bir karanlıktır.
Nordic Noir deyince aklıma ilk gelenler: gri gökyüzü, sisli limanlar, boş mutfak masaları, taş duvarlar, karla kaplı bir ceset… ama aynı zamanda daha derin bir şey: bastırılmış duygular, sessiz çığlıklar, sistematik kötülüğe karşı tek başına direnen yorgun karakterler…
Bu türde kahramanlar, sıklıkla sıradan insanlardır. Onların olağanüstü zekâsı değil, ısrarları vardır. Melankolileri, geçmişte saklı travmaları vardır. Ve çoğu zaman çözülen cinayet, çözülmeyen adaletsizliğin simgesidir.

Nordic Noir Atölyesi
Uzun zamandır polisiyeye ilgi duyuyorum. Özellikle kadın cinayetleri, güç ve adalet arasındaki çatlağa odaklanan hikâyelere eğilimim var. Yazının alt metniyle, türün evrensel yapı taşlarıyla daha sahici bir bağ kurmamı sağlayan şey ise, Ertan Velimatti Alagöz’ün Nordic Noir yazı atölyesi oldu.
Ertan Hoca, hem türü teknik olarak tanıtan hem de sessizlik nasıl anlatılır, gri nasıl duygu yaratır, karakter nasıl derinleşir gibi zihin açıcı sorularla çalışıyor. Onun sade ama sarsıcı analizleri, bana yazının hem vicdani hem yapısal boyutunu yeniden düşündürdü. Aslında hikâye anlatmakla dünyayı yorumlama aynı şey değil mi?

Neden bu kadar moda oldu?
Aslında basit: Çünkü artık kimse “iyi” ve “kötü”yü kolayca ayıramıyor. İnsanlar, gerçekle kurmaca arasındaki çizginin bulanıklaştığı bu çağda neşeli sonlara değil, dürüst karanlıklara ihtiyaç duyuyor. Nordic Noir, ahlaki netlik vaat etmez. Tam tersine, suçun gölgesinde karakterleri didik didik eder. Suçlu kim değil, insan nasıl bozulur sorusuna odaklanır.
Ayrıca bu tür, polisiye anlatının içine toplumsal eleştiriyi, psikolojik çözümlemeyi ve estetik bir soğukluğu yerleştirerek çok katmanlı bir deneyim sunar. Bunu yaparken de fazla konuşmaz. Hatta bazen konuşmaz bile. Sessizliği anlatının bir parçası haline getirir.
Dizilerde ve kitaplarda gördüğümüz polis karakterleri kusurludur: alkol problemi vardır, ailesiyle iletişimi bozulmuştur, bazen kendine bile güvenemez. Ama tüm bu eksiklikler, onları daha insan yapar. Ve biz izleyici/okur olarak, onların arayışına dâhil oluruz. Cinayet çözülse bile, içlerindeki boşluk kolay kolay dolmaz.



Türün estetik kodları ve gücü
Nordic Noir’ın görüntü dili de anlatısı kadar etkileyicidir. Sade mekânlar, donuk renkler, kar ya da yağmur sesiyle ilerleyen diyaloglar, uzun planlar… Bütün bu unsurlar, anlatıya bir tür içsel huzur verir. Korkutucu bir huzur bu. Zira biliyoruz ki, hiçbir şey o kadar düzenli olamaz, bir yerlerde mutlaka bir çatlak vardır. Bu çatlaklardan sızanlar ise bizi gerçeğe yaklaştırır. Çünkü Nordic Noir, her zaman sadece bir cinayetle ilgilenmez. Çoğu zaman eşitsizlik, göçmenlik, aile içi şiddet, kadın cinayetleri, bürokratik çürüme gibi sorunları da merkezine alır. Suçun çevresindeki toplumsal doku önemlidir. Cinayet bir sonuçtur, asıl mesele sebepleri görmektir.
Bu yüzden bu tür, günümüz dünyasında özellikle kadın izleyici ve okurlar için de güçlü bir alan açar. Kendi travmalarını, bastırılmış seslerini, sorgulama haklarını bu anlatılar içinde bulabilirler. Kadın polis karakterler ya da kurbanların hikâyeleri, yüzeyde değil derinde yankılanır.


En bilinen örnekler
Kitaplardan başlarsak, ilk akla gelen isim: Stieg Larsson ve Millennium Üçlemesi (özellikle “Ejderha Dövmeli Kız”). Lisbeth Salander karakteri, sadece Nordic Noir’ın değil, tüm çağdaş edebiyatın en çarpıcı figürlerinden biridir. Bilgisayar dâhisi, topluma yabancı, geçmişinde korkunç travmalar olan bir genç kadın. Onun intikamı, aslında bir tür sistem eleştirisidir.
Bir diğer dev isim: Henning Mankell. Wallander Serisi, polis romanlarını sığ aksiyondan çıkarıp, karakter derinliğiyle harmanlayan güçlü örnekler sunar. Yalnız bir dedektifin, bozulmuş bir toplumda adalet arayışı…
İzlanda’dan Arnaldur Indriðason, soğuk ülkesinin sessizliğini neredeyse sayfalara döker. Silence of the Grave gibi eserlerinde, geçmişle bugün, bireyle toplum arasında gerilimli bir köprü kurar.


Dizilere gelirsek, belki de en tanınmışı: The Bridge (Bron/Broen). İsveç-Danimarka ortak yapımı olan bu dizi, sınır ötesi bir cinayeti çözmek zorunda kalan iki zıt karakterli dedektifi anlatır. Aslında sadece bir cinayet değil, iki farklı kültürün ve iki farklı yaşam biçiminin çarpışması da vardır dizide.
Trapped (Ófærð) ise, bir fırtına nedeniyle dünyayla bağlantısı kesilen küçük bir İzlanda kasabasında geçen bir suç öyküsüdür. Karakterlerin her biri ayrı bir sır saklar. Dışarıda kar fırtınası, içeride geçmişin hayaletleri dolaşır.
Deadwind, Bordertown, Karppi, Borgen (siyasi bir drama olsa da ton olarak benzer) gibi yapımlar da bu türün izinden gider. Hepsi, suskun coğrafyaların konuşan hikâyelerini anlatır.


Benim için neden önemli?
Ben bu türü sadece bir edebiyat ya da dizi ilgisi olarak görmüyorum. Belki de içimdeki bazı karanlıklar, bu hikâyelerde biraz olsun şekil buluyor. Benim de kalemim zaman zaman soğuyor. Yazdığım romanlarda (örneğin “Kar ve Kan Arasında”), İstanbul gibi güneşli bir şehirde geçen ama karla örtülmüş bir cinayet anlatısına yöneliyorum. Galeriler, sanatçılar, yalanlar ve sessizlikle çevrili bir hikâyede hem toplumsal sınıfları hem de bireysel yaraları kurcalıyorum. Belki de bu yüzden Nordic Noir, sadece kuzeyin değil, içimizin de hikâyesi bana göre.
Yaz sıcağında bu türü sevmemin bir diğer sebebi de şu: Kalabalık, parlak, gürültülü anlatılardan yoruluyorum. Sessizlikteki anlamı, boşluktaki gerilimi, grinin tonlarındaki çelişkiyi seviyorum. Nordic Noir tam da bunu sunuyor.

Sonuç yerine: Bir gölgenin içinde dinlenmek
Kimi türler sizi büyüler. Kimi türler sizi rahatlatır. Ama bazı türler vardır ki, sizi değiştirir. Nordic Noir bana göre, işte böyle bir tür. Karla örtülü suçların, yavaş akan hikâyelerin, gri duvarlar arasında yankılanan sessizliklerin dili.
Sıcaktan bunalırsanız ve kendinizi biraz serinletmek isterseniz, bir Wallander romanı alın. Ya da “The Bridge”in ilk bölümünü açın. Kalın battaniyelere gerek yok. Bir gölgenin içinden geçer gibi, yavaşça dalın o karanlık anlatıya. Belki de sıcaktan değil, hayatın yükünden serinlemek için en doğru mevsimdir şimdi.