SEYİR


Seyahate giderken başkalarının yazmış olduğu blogları okumayı ve youtube’daki videolarını izlemeyi çok seviyorum. İnsanlar çok şeker; gidiyorlar, görüyorlar, hiç üşenmeden bloglar yazıp bunların başkaları tarafından da istifade edilebilmesi için emek veriyorlar. Blog yazmak artık bir meslek oldu. Bu işi profesyonel gibi yapanların uçak biletleri, yeme içmeleri ve konaklamaları reklam verenler tarafından karşılandığı için, sayıları giderek artıyor. Temmuz ayının son haftasında gittiğimiz İyon Denizi seyahatini bu maksatla kaleme almak istedim; olumlu geri bildirimler gelir ise, belki ben de ileride bir blogger olurum…

Teknemiz geçen kışı Atina’nın Pire limanında geçirmişti (Doğuş Grubu’nun Atina’da iki marinası var: Marina Zea ve Flisvos Marina). Bu yaz başında da Korint Kanalı’ndan geçerek İyon Denizi’nde yine Doğuş Grubu’na ait olan Lefkas Marina’ya götürmüştük. Şimdi 8 günlük bir tatil ayarlayıp Lefkas - Kefalonya - Korfu rotasını yaptık. Korfu’da tekneyi bıraktığımız marina da Doğuş Grubu’nun. (Biraz reklam yapayım; belki sonraki seyahatlerim için bir sponsorluk kaparım J) Ama marinaları gerçekten güzel yerlerde.

Lefkas kasabasına İstanbul’dan ulaşım pek kolay değil. Atina üzerinden haftanın her günü olmamak üzere, Preveze Aktion Havaalanı’na uçuş var; ancak uçak saatleri, bağlantılı uçuş yapmaya pek imkân vermiyor. Biraz da pahalı. Bu nedenle, marinadan gelen bir araçla ulaşmayı tercih ettik. Atina’dan çıkıp Patras’a kadar Korint Kanalı’nın güneyinden muhteşem bir otoyolla gidiyorsunuz. Yunanlılar belli ki, AB fonlarını sonuna kadar kullanmışlar. Trafik sıkışıklığı yok, 130-150 km hızla yağ gibi gidiliyor. Etraftaki yeşil ve deniz manzarası müthiş keyifli. Atina’nın çirkin yapılaşmasını ayrı tutar isek, Yunanistan’da müthiş bir doğa güzelliği var; üstelik nüfus az olduğu için fazla bozulmuyor. Bunları düşünerek 300 km yolu fark etmeden geçiyoruz. Patras’a gelince, bizim 3. Köprü’ye benzeyen ama sanki daha uzun bir köprü ile kuzey yakaya geçiliyor; oradan itibaren son 100 km biraz daha virajlı ve yollar daha eski, ama yine trafik yok. Hava 35 derece.

Lefkas’a varıp tekneyi açtıktan sonra marina içindeki süpermarketten kumanyamızı alıyoruz ve saat 17:00 gibi Lefkas Kanalı’ndan güneye doğru seyretmeye başlıyoruz. 9 deniz mili kadar bir mesafeyi bir buçuk saatte geçiyoruz. Hoş geldin tatil.

Lefkas aslında bir ada değil. Bataklık bir bölgenin içinde 3 mil uzunluğunda 6 metre derinliğinde bir kanal açarak ada haline getirilmiş. Ada olmasına ada ancak, Zakyntos, Kefalonya ve Korfu gibi adaların kalitesine göre Lefkas bir ‘tık’ aşağıda kalıyor. Adanın doğusunda kalan ve bir nev’i iç deniz olan bölge, yelken seyri ve gezinti için ideal. Birçok korunaklı koy mevcut. Bizim Göcek koyları gibi. Tipik Akdeniz bitki örtüsü hâkim. Deniz tertemiz.

İlk gece yakın mesafe sayılan Meganissi’nin kuzeyindeki Vathi kasabasında demirliyoruz. Çok şirin ve korunaklı ancak, limanda tekneler üst üste, yer yok. Temmuz ve Ağustos ayları turizm sezonu olduğu için marinalar ve restoranlar çok dolu. Genelde orta yaşlı İngiliz, Hollandalı, Alman ve az miktar Polonyalı görüyorsunuz. Akdeniz’e kıyısı olmayan bir ülkede yaşamak ne zor olmalı... İtalyanlar, hemen karşı taraftan ferry ile ulaşabildikleri için olsa gerek, bol miktar çocuk ve büyük aileler olarak geliyorlar. İyon Denizi’nde çok az motoryat, çok fazla bareboat charter tekneleri görüyorsunuz. Onlar da 39 ft ile 50 ft arasında yelkenli tekneler. Kullananlar amatör denizciler. Belki amatör kelimesinin altını çizmek lazım çünkü gerçekten içlerinde çok acemi var. Limana yanaşırken veya zincirleri birbirlerine dolanınca yaşadıkları stresi görünce, acemi kaptanla tatile çıkmanın çok ta eğlenceli olmayabileceğini düşünüyorum. Denizcilikte yardımlaşma esas olduğu için, kendi adıma bir Hollandalı, bir de Maltalı teknenin zincir sorunlarına müdahil olup, bir de Fransız katamaranın pervanesine dolanan ipe tüple dalarak Türk yardımseverliğini tanıtma fırsatı buluyorum. Limanlarda dalgıçlık yapmak isteyen gençlere, Temmuz ve Ağustos aylarında çok ekmek olduğunu söyleyebilirim.

İkinci gece için Kefalonya’nın kuzeyinde Fiskardo limanına yol alıyoruz. Mesafeler günlük seyir için ideal, 15-20 milden fazla seyir gerekmiyor. Fiskardo’da akşam yemeğini, çok tavsiye edebileceğim Tassia Restaurant’da yiyoruz. Sahibesine gidip Şalom Dergi’yi gösterip, sizi burada yazacağım dediğimde, telaşından alelacele bir resim çektirebildik ancak moules mariniere, saganaki, balık çorbası ve sair deniz lezzetleri ile dolu menüyü tam manasıyla anlayabilmek için yerinde inceleme yapmanızı şiddetle tavsiye ederim.

Kefalonya 1.600 mt’ye uzanan dağları, harika yeşil çam ormanları, inanılmaz güzel beyaz kumlu beach’leri, enfes şarapları ve doğal güzellikleri ile görülmeye değer bir ada. Üçüncü gece, adanın doğusunda Sami kasabasında kaldık. Günde iki üç ferry geliyor. Ada çok eski ve çok zengin bir tarihe sahip olmasına rağmen, Almanlar ile İtalyanların yoğun savaştığı II. Dünya Savaşı ve arkasından 1953’te gelen büyük bir depremden dolayı eski binalarının çoğunu kaybetmiş. Yine de mimaride İtalyan etkisini görebiliyorsunuz. Ada büyük olduğu için etrafında tekneyle dolaşmak yerine, günübirlik bir araba kiralamayı tercih ediyoruz; ilk durak Sami kasabasının yakındaki Melissa Mağarası’na gidiyoruz. Karanın ortasından tünelle inilen dev bir mağara: 15 metre derinliği ve buz gibi bir suyu olan üstü açık mağarada sandallarla turistik bir gezi yapıyoruz. İlginç olan, mağaradaki suyun yerin altından gelen deniz suyu olması.

Daha sonra, adanın güneyinde en büyük kasabası olan Argostoli’yi geziyoruz, ama sıcakta sokaklarda gezmek yerine yakın bir plajda billur denize girmeyi tercih ediyoruz. Öğlen yemeğini deniz kenarında Burgaz Kalpazankaya’nın aynısı bir restoranda yiyoruz ve sonra da arabayla kuzeye doğru sürüp meşhur Mrytle Beach’e varıyoruz. Dik bir dağ yolundan inerken karşınıza Kefalonya tanıtım broşürlerinin hemen hepsinde yer alan beyaz kum - türkuaz deniz kombinasyonu çıkınca, gerçekten ‘wow!’ diyorsunuz. Plajlar bedava. Otoparkçı yok, makbuz kesen yok, bangır bangır müzik yok, hatta büfe ve gazino gibi ekstralar da yok. Tabiat Ana’nın ikramı, aracısız. Türkuaz denize doymak mümkün değil ama, her gece ayrı bir limanda kalacağız diye program yaptığımız için, karanlık olmadan tekneye dönüp bir sonraki limana doğru yola çıkıyoruz.

Dördüncü gece, Ithaca Adası’nın doğu yakasında Kioni diye bir kasabaya yanaşıyoruz. Saat 17’den önce gelmez iseniz, mendireğin içi genellikle dolu oluyor. Zaten liman içinde denize girmek zor. Limana yakın bir mesafede limanın karşısındaki kıyıya kıçtankara yapmayı tercih ediyoruz. Yanaşmak diyemeyeceğim, Zorlu’da Eataly’nin otoparkındaki tek boş yeri bulan şoför misali, ilk gördüğümüz boşluğu aceleyle kapıyoruz. Türk sahillerinde tekneler kıçtankara yaparken yan tekneye en az 30-40 mt mesafe olsun diye uğraşırlar. Burada böyle bir kavram yok, bir teknenin dahi zor sığacağı bir açıklığa 4 tane Maltalı tekne girdi; akraba olsan böyle yakın durmak istemezsin. Kioni’de akşam yemeği sahilde. Meh! İyi araştırmadan gittiğimiz için kıyıdaki bir restoranda turist hesabı ile vasat bir yemek yiyoruz.

Ithaca’da geceyi geçirdikten sonra 18-20 knot gelen Batı rüzgârı ile kuzeye, bu defa Lefkas adasının en büyük limanı olan Nidri’ye yol alıyoruz. Limanın doğusunda eskiden Aristotle Onassis’e ait olan Scorpion Adası’nın, 112 milyon Avro karşılığında bir Rus oligarkı olan Dmitry Rybolovlev’in 24 yaşındaki kızı tarafından satın alındığını öğreniyoruz. Vay vay! Adaya yaklaştırmıyorlar bile; ama 1963’te JFK’in öldürülmesinden 5 sene sonra, dul kalan eşi Jacqueline Kennedy ile evlenen Aristotle’nin bu adada ne partiler verdiğini hayal etmek serbest… Yunanistan’a ait olan irili ufaklı 6.000 kadar ada olduğunu ve bunların sadece 227’sinde ikamet edildiğini düşünürseniz, daha Ruslara satılacak pek çok ada var demektir.

Nidri Limanı’da, her türlü havadan mahfuz olan Tranquil Bay koyunda demirliyoruz; akşam sahilde şort-terlik-dondurma ritüelini yerine getiriyoruz. Bu turda herhalde en ucuz otellerin olduğu kasaba burası. Yüksek desibelli tur teknelerinden fast food restoranlarına kadar her şeyi sunan ve çok kalabalık olan Nidri’den pek haz etmiyoruz. Deliksiz bir uykudan sonra, sabah kuzeye, bu defa Preveze Limanı’na doğru yol alıyoruz. Lefkas Kanalı’nın kuzey girişindeki köprünün açılmasını beklerken, bu sakin suları bir daha göremeyeceğiz diye düşünüyorum. İç denizden çıkıp, İyon Denizi’nin Adriyatik ile birleştiği yerdeyiz.

Preveze, tarih kitaplarından da hatırladığımız gibi, Barbaros’un Andrea Doria kaptanlığındaki Venedik, Malta, İspanyol ve Cenevizli gemilerden oluşan kocaman bir donanmayı perişan ettiği yer. Sığ kanallardan geçerek girdiğimiz çok büyük bir iç denizde birkaç saat dolaşıyoruz, ancak etraf balık çiftlikleri ile dolu ve denizin rengi de (pis değil ama yosunlardan dolayı) kurbağa yeşili bir renk olduğu için ana limana gerisin geri dönüyoruz. Preveze’nin sokakları çok keyifli; güzel restoranlar, barlar, eski binalar arasında hoş bir vakit geçiriyoruz ve geceyi yine şort-terlik-dondurma ritüeli ile tamamlıyoruz. Ertesi gün, artık açık denize çıkma zamanı. Sabahın ilk ışıkları ile Preveze’den ayrılıyoruz, rüzgâr kafadan geliyor, deniz dalgalı ve hava elektrik yüklü. Öğlene doğru hava sıyıracak tahminim doğru çıkıyor. 20-30 milden uzun seyirlerde genelde sabah erken yola çıkmayı tercih ediyoruz. Öğlen saatine geldiğinizde rüzgâr artmış oluyor ve deniz kabarıyor. Erken çıkınca 5-6 saatte (genelde 7-8 deniz mili süratle) gideceğiniz yere varmış oluyorsunuz. Nitekim Anti-Paxos rotamızda rüzgâr iyice artmaya başladığında artık limanlık bir yere ulaşmıştık bile.

Anti-Paxos ve Paxos adaları, Korfu’nun güneyinde oldukça küçük boyutta ama i-n-a-n-ı-l-m-a-z türkuaz renklerde beach’lere sahip adalar. Durup durup denizin resmini çeker mi insan? Öyle yaptık. İnsanlar cep telefonunun ekranında çoluğunun çocuğunun resmini görmek ister, ben ise bu çektiğim deniz resimlerini seviyorum.

Korfu’ya yaklaştığınızı Paxos’ta giderek büyüyen tekne boylarından anlayabiliyorsunuz. Süperyat kategorisindeki tekneleri görünce, hemen dürbünle ismini okuyoruz, Google’den şeceresini bulup içinin resimlerini görebiliyoruz. Merak işte. Hudutsuz para harcayabilmek istiyorsan bir tane süperyat sahibi olacaksın. Bir keresinde Porto Cervo’da bir Arap bakanının 70 metrelik teknesinin tayfalarından biri ile tanışmıştık; 28 kişilik mürettebatla yürüyen tekneyle iki kişi geziyorlarmış. İşin komik tarafı şu ki, megayatlar da bizim girebildiğimiz sığ sulara giremedikleri için onlar da türkuaz sulara uzaktan dürbünle bakıyorlar. Yol üzerinde, hani şu Muhteşem Yüzyıl’daki Pargalı’nın memleketi olan Parga’nın açıklarından geçiyoruz, ama orayı başka bir sefere bırakmak durumundayız.

Paxos’un ana limanı herhalde gördüğüm en şirin ve değişik limanlardan biri. Adanın Doğu yakasında, zaten doğal bir koy olan limanın deniz tarafında bir küçük bir ada daha bulunuyor. Bu iki ada arasındaki koridor ise, Paxos’un ana limanı. Tekneler kanalda rahatça park edebiliyor; liman olarak hem güzel hem de korunaklı. Rıhtımdaki tekneleri, sempatik kafeleri, yürümekten parlayan mermer taşlı sokakları ile süper sempatik bir kasaba Paxos. Dışarıdaki azgın rüzgara rağmen sakin bir geceyi geride bırakıp, adanın kuzeyinde türkuaz bir havuz görüntüsündeki Lakka limanında deniz ve siesta rutinini gerçekleştirdikten sonra, bu defa anakarada Korfu’nun güney hizasındaki Sivota adalarına yol alıyoruz. Açık apazla 8-9 knot sürati yakalıyoruz ve 12 millik mesafeyi hemen kat ediyoruz. Üç küçük adadan oluşan limanlık yerlere geldiğimizde dışarıdaki denizden eser kalmıyor. İçerisi bir karınca kolonisi gibi hareketli ama aynı zamanda sütliman. Etrafta az beton ve bol yeşil görüyorsunuz. Bodrum ve Marmaris gibi yerlere nazaran buraları çok daha sakin gibi geliyor insana. Çok büyük olmayan, kendi beach’i bulunan, etrafı yemyeşil güzel mimarili oteller dikkat çekiyor. Doyamadığımız için, Sivoti’de iki gece kalıyoruz. Kasabası sempatik, ama tamamen turistik ve artık hepsi birbirine benzemeye başladı. Kendi organik ürünlerini satan onlarca tezgâhları inceliyoruz, sahipleri ile laklak ediyoruz, kestane balı alıp teknemize dönüyoruz.

Ertesi sabah, Sivoti’den sakin denizde yapılan 20 millik bir seyirle Korfu’ya varıyoruz. Korfu, Yunanca adıyla Kerkyria, İyon Denizi’nin kralı. Denizler Tanrısı Poseydon’un, Nehirler Tanrısı Esop’un kızı Nymph Korkira’ya âşık olup kaçırdığı ada. Finikelilerden Atinalılara, Akdeniz’e hâkim olmak isteyen herkesin peşinde koştuğu Korfu Adası, uzun süre Venediklilerin kontrolü altında kalmış. 19. yy’da bir ara Türkler ayak basmış ama hâkimiyet kuramamış; 1807’de tekrar Fransız himayesine geçmiş. Sonunda 1864 senesinde İngilizler tarafından Yunan Kralı’na devredilmiş olan Korfu’nun eski şehrinde, Barselona’nın El Gòtic’i ile Napoli ve Paris sokakları karışımı bir mimari görüyorsunuz. Binalar bakımsız, ama altyapıya sıkı para harcanmış. Barlar, restoranlar, güzel mekânlar ve çok güzel bir enerjisi var.

Ada boyut olarak Midilli, Sakız ve Rodos gibi büyük adalara benziyor. Sayısız kumsalları, tarihsel zenginliği ve Avrupa’nın her yerine direkt uçuş imkânları sayesinde bölgedeki diğer adaların toplamından daha fazla turist çekiyor. Prens Charles’ın Ada’nın kuzeyinde bulunan Rothschild malikânesinde tatil yaptığını öğrendik; belki karşılaşırız diye heyecan yaptık ama gerçekleşmedi. Marina’da ve limanda bulunan megayatlar Korfu’nun Avrupalı zenginler tarafından tercih edilen bir ada olduğunu hatırlatıyor. Planımız icabı, Korfu’da 24 saatten az bir süre kalabildik. Ne yazık ki, dönüş vakti geldi ve bir sonraki turda etraflıca gezebilmek ümidi ile Korfu ile vedalaştık.

“Daha karpuz kesecektik, nereye?” diyen okurlarım için, devamı çok yakında diyorum. Esenlikle kalın…