Adım Ayşe, Nilüfer, Nurbanu Hürrem veya Roksalan, Betty, Ester, ne fark eder… Aslında bahtımın yolunda yürüdüm. Başka çarem vardı da yapmadım mı? Başka yolum vardı da yürümedim mi? Savrula savrula buralara geldim. Kaderimi yaşadım. Cariyeden Kraliçe yarattım, Şehzade doğurdum. Barış elçisi oldum. Haremde yaşadım ben...

Kelime itibarı ile ‘korunan’ ‘mukaddes’ ‘muhterem’ yer anlamına gelen Harem, zaman içinde oryantalist bir bakış açısı ile çarpıtılmış bir mekân olarak karşımıza çıkıyor. Konak ve saraylarda genellikle iç avluya bakacak şekilde planlanan harem, kadınların, yabancı erkeklerle karşılaşmadan kullandığı bir mekândır.

Avrupalı yazarların fantezilerinde ve Batı kökenli ressamların kendi hayallerinde yarattığı harem aslında, Padişahın ailesi için bir okul, bir ilim ve irfan yuvası idi. Bu özel yere namahrem asla giremezdi. Cariyeler hareme alındıktan sonra sıkı bir disiplin altında uzun bir eğitimden geçerler, Padişahın huzuruna öyle çıkabilirlerdi. Dinî bilgiler, gelenekler, örf ve adetler, hanendelik (şarkıcılık), sazendelik (saz sanatçılığı), dikiş nakış öğretilen cariyeler ‘haseki’ (Padişahın gözüne ve gönlüne girmiş) veya ‘gözde’ mertebesine ulaşabilirdi.

Enderun’da (devlet görevlilerini yetiştiren okul) yetişen ve devlet işlerini yönetecek olan erkeklerin, eşlerini sokaktan seçme şansları yoktu. Haremde yetişen cariyeler, devlet erkânı dediğimiz kitleye eş olabilecek terbiye ve nezaket kurallarını bilen, toplumda davranışlarıyla örnek olabilecek kadınlardı.

Haremin bu son derece çarpıcı ve ilgi çekici yönü ne yazık ki, hep geri plana itilmiş ve yeterince değerlendirilmemiştir. Maalesef, buradaki bilgiler ketumiyet ilkesine sıkı sıkıya bağlı kalan kişiler tarafından dışarıya aktarılmamış ve bu gizemli mekân filmlere, romanlara konu olmuş, çoğu zaman da gerçekler çarpıtılmıştır.

Haremin en önemli özelliklerinden biri esir pazarlarından satın alınan ya da savaşlar sırasında kaçırılıp esir alınan kadınlarla dolu olmasıydı. İşte bunlardan bazılarını sizlerle paylaşmak istiyoruz...

Hürrem Sultan, Nurbanu Sultan ve Safiye Sultan birbirini takip eden bir dönemin önemli hasekileridir. Her biri yaşadıkları dönemde devlet işlerinde oldukça etkili oldukları gibi, birçok ülkeyle Saray arasında barış elçiliği görevini yaptılar. Erkek devlet ise, kadın derin devlettir savına yakışır yaşadılar. Derinden ve sessiz çalıştılar. Sabır ve iletişim becerisi, onların en büyük silahı idi.

HÜRREM SULTAN

İlk olarak, Kanuni’nin gözdesi, cesaret ve güzelliği ile nam salmış bir hasekiden bahsedeceğiz: Hürrem Sultan. Saraya gelişi ve Kanuni Sultan Süleyman ile tanışması hakkında kesin bilgiler olmamakla birlikte doğduğunda adının La Rossa veya Roxelana olduğu söylenmekte. İsmi “neşeli” anlamına gelen Hürrem, kızıl saçlı, yeşil gözlü ve beyaz tenliydi.

Hareme girdiği zaman ilk düşüncesi ölmekti. Ancak, Saray’da yaşayabilmek için nelerin gerektiğini büyük bir hızla, kısa sürede öğrendi. Saray’ın iktidar kodlarını bir bir çözdü.

Kanuni’nin gözdesi Mahidevran Sultan iken, aralarındaki rekabetin Hürrem’in galibiyetiyle sonuçlandığını bilmekteyiz.

Hürrem, Kanuni’nin resmî nikâhlı eşi idi. Kendi mührünü bastırdı, Divan toplantılarını tel örgülü bir pencereden izledi ve fikirlerini Padişaha sundu.

Hürrem Sultan, o zamana kadar görülmemiş bir şekilde siyasetle ilgilendi, diplomatik yazışmalar yaptı ve devlet işlerine karıştı. 1548 yılında Kanuni, İkinci İran Seferi’ndeyken Lehistan tahtına çıkan yeni krala tebrik mektubu yazarak hediyeler gönderdi. Bu, devlet kurallarına ters düşen bir durumdu. Hürrem, Kanuni seferdeyken, Devletin durumu hakkında kendisine bilgi ve önerilerde bulundu. Kanuni’ye İran Seferi sırasında gönderdiği mektuplardan bunu anlıyoruz.

Dördü şehzade olmak üzere beş çocuk dünyaya getiren Hürrem Sultan, Kanuni’nin yüreğinde öylesine yer etmiş olacak ki, ömrünün yarısını savaşlarda at üstünde geçiren Padişah, bu en zorlu zamanlarında bile Sultanına olan aşkını dizelere dökmekten geri kalmadı. Hatta seferdeyken, Muhibbi mahlası ile kaleme aldığı şiirlerinin de yer aldığı mektuplar yazarak, duyduğu ayrılık acısını dile getirdi.

Hürrem Sultan 1558’de 52 yaşındayken öldü. Onu doğru anlatmadıkları için tarihe ‘kötü kadın’ figürü olarak geçti, oysa gerçek tarih, yüreği tertemiz, becerikli bir kadının hikâyesiyle örülü…

NURBANU SULTAN

Adının Hürrem tarafından verildiği söylenen Nurbanu’nun (Nur Işık Banu - Işıklar Kraliçesi), dönem tarihçilerinin tasvirlerine göre beline kadar uzanan siyah saçları ve güzel yeşil gözleri vardı, balıketiydi. Osmanlı Sultanı II. Selim’in ve III. Murat’ın annesiydi.

Hem oğlunun hem de eşinin üzerinde çok büyük etkisi olan Nurbanu 1525 yılında Paros Adası’nda doğdu, 1587 yılında İstanbul’da öldü. Asıl adı Cecilia Venier-Baffo idi. Kaynaklarda Yahudi asıllı bir ailenin çocuğu olduğu yazar. İstanbul’a getirildiği Pera’da kurulan köle pazarında Saray hizmetleri için yetiştirilmek üzere satın alındı. II. Selim’in saltanatı döneminde güzelliği ve zekâsı ile dikkat çekti. III. Murat’ın tahta çıkması üzerine ‘valide sultan’ olduktan sonra Sarayda nüfuzu arttı. Padişahın da annesine karşı büyük saygı beslediği, önemli kararları almadan önce kendisine danıştığı söylenir. Türkiye-Venedik, Mısır-Venedik ilişkilerinde uzun süreli bir barışın sağlanmasında etkili oldu.

Henüz çok küçük yaşta kendisini Sarayda bulan bu kız çocuğu, sıkı bir eğitimden geçirildi. Bu eğitimlerden biri sırasında dönemin padişahı Kanuni Sultan Süleyman’ın eşi Haseki Hürrem Sultan’ın dikkatini çekti. Bu, zayıf çelimsiz kız, zekâsıyla Hürrem’i çok etkiledi ve onun tarafından Manisa Sancağına eğitime gönderildi. Hürrem Sultan’ın aklında, onu oğullarından biriyle evlendirme düşüncesi vardı ve Şehzade Selim ile evlendirildi. İlerleyen yıllarda Sarı Selim’in hayatına pek çok kadın girse de hiçbiri Nurbanu’nun Selim üzerindeki etkisini kıramadı. Nurbanu Sultan’ın ilk üç çocuğu kız olmasına rağmen II. Selim başka cariye almadı. Ancak, dördüncü çocuğu Murat doğduğunda kaderi değişti.

Selim’in Nurbanu için yazdığı şiirler de Divan Edebiyatının en güzel eserleri arasında gösterilir: “Önümden geçip giderken ayağının bastığı yerler bir gül bahçesine dönüşüyor ve sana seslendiğimde bana baktığın zaman sanki zaman duruyor…”

Nurbanu’nun Ester Kira (Ester Handeli, Kiraze) ile olan yakınlığı herkesçe bilinen bir gerçek. Servet sahibi olduğu bilinen Nurbanu Sultan çok sayıda hayrat bırakmıştır.

SAFİYE SULTAN

III. Murat’ın eşi Safiye Sultan, Nurbanu Sultan’ın geliniydi. Güzel olduğu kadar eğitimli, eğitimli olduğu kadar hırslı, iktidara doymayan bir karaktere sahipti. Safiye Sultan, gücünü doğrudan kullanan bir kadın; Nurbanu Sultan ise sözü her zaman dinlenen bir danışmandı. Ortak noktaları Venedik idi. Her ikisi de Pera esir pazarında satılmıştı. Ve her ikisinin de Sarayda elde ettiği gücün arkasında, eşlerinden ziyade oğulları vardı.

Asıl adı Sofia Baffo olan Safiye Sultan, 1550 yılında Venedik’te doğdu. Çok varlıklı bir ailenin tek çocuğu olan Sofia, dönemine göre oldukça iyi koşullarda eğitim gördü.

Safiye Sultan henüz 14 yaşındayken, Akdeniz’de Osmanlı korsanları tarafından kaçırıldı. Bir yıl sonra kendisini İstanbul’da bir köle pazarında bulan genç Sofia’nın güzelliği, Osmanlı Padişahı Sarı Selim’in karısı (veliaht III. Murat’ın da annesi) Nurbanu Sultan’ın kulağına kadar geldi. Manisa Sancağındaki devlet meselelerinden uzak genç veliaht Murat’ın pasif karakteri, annesi Nurbanu’yu düşündürmekteydi. Nurbanu Sofia’yı görür görmez onun, oğlu için aradığı kız olduğuna karar verdi ve bir servet ödeyerek kızı satın aldı. Sofia haremde eğitim aldı, adı Safiye olarak değiştirildi. 17 yaşında III. Murat’a sunulan Safiye, beline kadar uzanan sarı saçları, iri gözleri ve uzun boyuyla, beyaz teni ve yürüyüşüyle Murat’ı kendisine âşık etti. Hemen ardından, Osmanlı tahtının gelecekteki sahibi III. Mehmet’i doğurarak Saraydaki yerini sağlamlaştırdı. Güç, onun istediği tek şeydi ve ona âşık olan Murat bunu ona en iyi sağlayacak kişiydi.

Safiye, III. Murat tahta geçince Baş Kadın oldu. Büyüleyici güzelliği yanında parlak zekâsı sayesinde büyük bir nüfuza sahip oldu. Devleti ‘kapı arkasından’ yönetti ve istediği her kararı aldırttı.

Safiye sadece devletin iç işlerine müdahale etmekle kalmadı, dış ilişkilerde de oldukça faal oldu. Dönemin belki de en güçlü kadını olan İngiltere Kraliçesi I. Elizabeth ile mektup arkadaşı oldu ve ikili birbirlerine sundukları aşırı pahalı hediyelerle dostluklarını geliştirdi.

Hırsın ve acımasızlığın simgesi Safiye Sultan’ı da ondan daha hırslı, ondan daha acımasız bir kadın yerinden etti: Kösem Sultan.

KÖSEM SULTAN

Kösem Sultan haseki olunca gerek haremdeki gerekse devlet içindeki iktidarı Safiye Sultan’dan ‘söke söke’ aldı ve artık iyice yaşlanmış olan Safiye Sultan Eski Saray’a sürgün edildi. Sürgün yıllarında eski gücünden eser kalmamış bir halde ve tek başına öldü.

Padişahlar ve cariyeler arasındaki ilişkiler genellikle zoraki olduğu için gerçek aşkın yaşanması zordur; fakat görüyoruz ki, istisnai durumlar da olabiliyor. Aşkın yaşı, dini, dili, ırkı olmadığı gibi belirli bir zamanı veya belirli bir çağı da yok. Yeri göğü titreten en sert adamları küçücük bir çocuğa çevirebilen bu yüce duygu, bir cihan devletinin padişahının kalbini de sarıp sarmalayabilecek kadar güçlü…