Her iki film ve Travis adlı kahramanları arasında müthiş benzerlikler vardı.
Her iki film de Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye Ödülü kazanmıştı.
Her iki film de festivalde yarıştıkları yıllarda olay yaratmışlardı. Travis’lere gelecek olursak, bu iki çizgi-dışı karakter sayısız benzerlikler taşıyorlardı. Her iki Travis de, sorunlu, psikopat, yalnız, sevgisiz, toplumdan dışlanmış, yaşadıkları travmayı üstünden atamamış, iletişimsizlik sorunu yaşayan, kendilerine bile hayrı olmayan erkeklerdi.
Paul Schrader’in ‘Taksi Şoförü’ndeki özgün senaryosu, sinema tarihinin en hastalıklı ruh ve beyin sahibi karakterlerinden birine yer veriyordu: Deliliğe yakın, takıntılı, insanlar arasına karışmaktan ürken, geceleri uyuyamadığı için gece vardiyasında taksi şoförlüğü mesleğini seçen, hayatının hiçbir döneminde sevgiyi tatmamış, hiç takdir edilmemiş, insan yerine konmamış, Vietnam Savaşının travmasını üstünden atamamış, çizgi dışı bir karakter olan Travis Bickle.
Amerikalı tiyatro oyunu ve roman yazarı, oyuncu Sam Shepard’ın yazdığı hikâyelerini topladığı ve 1983 yılında yayınladığı ‘Motel Chronicles, City Lights’ adlı kitabından senaryosunu L.M. Kit Carson ile birlikte uyarlayıp yazdıkları ‘Paris, Teksas’ın Travis Henderson’una gelince... Ailesi dağıldıktan sonra toplumdan uzaklaşan, yaşadığı yeri terk eden, ruhunda gizlediklerini dışa vurmaktan kaçınan, iletişimsizliğin esiri olmuş, acınacak bir karakterdir Travis Henderson.
‘Taksi Şoförü’nün Travis’i
Martin Luciano Scorsese adıyla 1942’de New York’ta doğan, yönettiği filmlerle 20 Oscar ve 10 Altın Küre Ödülü kazanmış yönetmen- senarist-yapımcı Scorsese, birçok eleştirmene göre günümüzün en önemli sinema adamı. Ben, Scorsese’yi ilk kez 1976 yılında “Taksi Şoförü/Taxi Driver” ile yarışmaya geldiği Cannes Film Festivali’nde gördüm. O yıl 34 yaşındaydı. Filmin galasında beyaz smokini içindeki sakallı Scorsese, iki uzun boylu oyuncusu Robert de Niro ve Cybill Shepherd’ın yanında kısa kalıyordu. O yıl 14 yaşında olan ve ilk filminde oynayan Jodie Foster ile filmin diğer oyuncusu Harvey Keitel’in yanında, Scorsese’nin boyunun kısalığı dikkati çekmiyordu. ‘Taksi Şoförü’nün basın konferansında Scorsese’nin masasını, senaryo yazarı Paul Schrader, yapımcıları Julia ve Michael Phillips ile filmin oyuncuları paylaşıyordu.
Daha çok suç dünyasının toplumsal hayatımıza verdiği tahribatı ve yozlaşmayı sinemaya taşımadaki becerisini sayısız yapıtıyla ortaya koymuş bir yönetmen olarak Martin Scorsese, türler arasında dolaşmaktan hoşlanan bir sinema adamı olduğunu “Kızgın Boğa/Raging Bull” ile kanıtlamıştı. Bu filmdeki rolü, fetiş oyuncusu de Niro’ya, “Taksi Şoförü”nden 4 yıl sonra En İyi Erkek Oyuncu Oscar’ını getirmişti.
Cannes Film Festivali tarihinin en çekişmeli, en unutulmaz yıllarından biri 1976 idi. Altın Palmiye için Amerikalı M. Scorsese ile Jerry Schatzberg, İngiliz Joseph Losey ile Alan Parker, İtalyan Ettore Scola, Francesco Rosi, Mauro Bolognini, Fransız Eric Rohmer ile Roman Polanski, İspanyol Carlos Saura, Alman Wim Wenders, Macar Miklos Jancso gibi birinci sınıf yönetmenler ödül listesine girebilmek için kıyasıya savaştılar. Tennessee Williams başkanlığındaki jüri, tercihini ‘Taksi Şoförü’nden yana kullandı.
‘Taksi Şoförü’ sinema dünyasına damgasını vuracak üç sanatçıyı gün ışığına çıkardı. Birincisi tabii ki M. Scorsese. İkincisi Robert de Niro. Üçüncüsü sonraları ünlü bir yönetmen olacak, filmin senaristi Paul Schrader…
Scorsese’nin 9 filminde oynayan de Niro’nun ‘Taksi Şoförü’ndeki aynaya karşı konuşarak “You talking to me? / Benimle mi konuşuyorsun?” monoloğu çoktan sinema tarihinin arşivlerine girdi.
Film 4 Oscar adaylığından hiçbirini ödüle dönüştüremedi. Robert de Niro ‘Kızgın Boğa’dan 5 yıl önce ‘Baba’ filminin ikinci bölümüyle En İyi Erkek Oyuncu Oscarı’nı kazanmıştı. Kendisi bu ödüle 8 kez aday gösterildi. 4 adaylığı olan Jodie Foster ise 1989 da ‘Kuzuların Sessizliği’ ile 1981’de “Sanık/The Accused” ile iki kez En İyi Kadın Oyuncu Oscarı’nın sahibi oldu.
‘Paris, Texas’ın Travis’i
1945 Alman yönetmen-oyun yazarı-fotoğraf sanatçısı-yapımcı Wim Wenders’i hayatımda izlediğim en duygusal film olan ‘PARİS, TEXAS’ın yaratıcısı olduğu için takdir ederim. Amerikan yaşam biçimine olan tutkusu ve sempatisi bilinen Wenders bu başyapıtında Amerika’ya bir Avrupalı gözüyle bakar. Texas eyaletinin çöllerindeki ıssız yollarda yürüyen, hiç konuşmayan, çevresiyle iletişim kuramayan, adeta hayata küsmüş orta yaşlı bir adamın dramını anlattığı film, aynı zamanda ABD sinemasının hep yan rollerinde oynamış Harry Dean Stanton’ın usta oyunculuğunu ispat ettiği ve sinemada parladığı film olmuştur.
ABD’de İngilizce çekilen filmin adındaki Paris’in, Fransa’nın başkentiyle bir ilgisi yoktur. Burada bahsi geçen Paris, Texas eyaletinin kuzey doğusunda küçük bir yerleşim biriminin adıdır. Ancak filmin tek bir sahnesi bile burada çekilmemiştir. Zaten bu kent, filmin geçtiği coğrafya gibi bir çöl bölgesi değil, aksine ormanlık bir bölgedir.
Filmin kahramanı Travis (Harry Dean Stanton) çölde satın aldığı küçük bir araziye bu adı vermiştir. Filmin açılış sekansında pejmürde kıyafeti, uzamış sakalları, başında beysbol şapkası ve ayağında lastik ayakkabılar olan Travis’i, Texas çöllerinde yol kenarında yürürken görürüz. Bitkin, halsiz ve sağlıksız bir görünüşü vardır. Issız bir bölgede rastladığı bir bara ayağını sürüyerek girer ve yere yığılır kalır. Getirildiği hastanede cüzdanından çıkan bir adrese telefon edilir. Bu telefondaki, Los Angeles’te karısı ve 8 yaşındaki oğluyla yaşayan Walt (Dean Stockwell), 4 yıldır kayıp olan kardeşini aramaktadır. Texas’a giden Walt kardeşini alarak evine getirir.
Travis ilk önceleri hiç konuşmaz, ancak ailesinin anlayışlı ve sıcak davranışları onu yavaş yavaş kendine getirmeye başlar. Bu arada evdeki çocuğun Walt’ın evlat edindiği, Travis’in 4 yıl önce terk ettiği öz oğlu olduğunu öğreniriz. Travis, kendisini ve oğlunu terk eden, hala sevdiği karısı Jane’i (Nastassja Kinski) aramaya koyulur. Modern hayata dönen acılı adam uzun uğraşlardan sonra Jane’i “peep-show” yapan bir seks dükkânında bulur. Amacı Jane’den, kendisini neden terk ettiğini öğrenmek ve birlikte yeni bir başlangıç yapabilmelerini sağlamaktır. Aralarındaki konuşmalardan bu iki mutsuz ve yalnız insanın birleşmesinin artık imkânsız olduğu anlaşılır. Filim bir yarım “mutlu sonla”, Travis’in oğlunu annesinin himayesine vermesiyle noktalanır.
Film Cannes’da Altın Palmiye’nin dışında Sinema Yazarları Birliği (FİPRESCİ) ve Ekümenik Jüri’nin En İyi Film ödüllerinin sahibi olmuştu. Wim Wenders bu filmiyle En İyi Yönetmen Bafta Ödülünü kazanmıştı. Cannes’daki basın toplantısında Wenders’in “Filmlerimde seks ve şiddetle hiçbir zaman işim olmaz. Ben daha çok saksafon ve keman insanıyım. Her zaman kişisel filmler çekmek isterim,” dediğini notlarım artasında buldum.
Wim Wenders 1984 Cannes Film Festivalinde, İngiliz aktör Dirk Bogarde başkanlığındaki jüriden Altın Palmiye Ödülü’nü kazandığının ilan edilmesiyle Faye Dunaway’in elinden ödülünü almıştı. Aynı festivalin Organizasyon Komitesi, ‘Paris, Texas’ın 30. Yılında, 2014’te Filmin yenilenmiş kopyasını “Cannes Classics” etkinliği kapsamında gösterim programına aldı. Aradan 30 yıl geçmesine rağmen, eksilmeyen bir ilgiyle izlediğim filmin sonunda kopan alkışlara teşekkür etmek için Wim Wenders sahneye çıktı. 70 yaşında olmasına rağmen, gür saçlarını koruyan, alametifarikası olan (çoğu kez mavi renkli) çerçeveli gözlükleriyle pek fiyakalı duran, bana hayatımın en hüzünlü ve duygulu filmini izlettiren yönetmeni uzun uzun alkışladım. Harry Dean Stanton 2017 de 91 yaşında öldü.