İnsanın hayatına anlam katan hobilerin önemi, içinde bulunduğumuz pandemi döneminde kendini daha çok hissettirdi. Bir hobinin bana kazandırdıklarından yola çıkarak bu yazımda genç okurlarıma hobilerin insan hayatındaki önemini anlatmaya çalışacağım.
Ben kendi hesabıma hobisi olmayan bir insanın hayatında bir şeylerin eksik kaldığını düşünürüm. Çok başarılı bir iş adamının, bir sanayicinin bir hobi edinmeye gerek duymadan, hayatı boyunca işine odaklanmış olmasının sıkıntısını muhtemeldir ki, bu karantina döneminde yaşıyordur.
Benim hobim sinema. Sinema bana sayısız dost ve statü kazandırdı. Bu hobim bir yerde hayatıma yön verdi. Dost biriktirmek para biriktirmekten daha önemlidir diye düşünüyorum. Çünkü dostluklar insanların zenginliğidir. Benim 55 yıla yayılan Cannes Film Festivali serüvenim sırasında edindiğim dostlukları günümüze kadar sürdürmenin keyfini yaşıyorum. Örnek vermek gerekirse, Cannes’da 35 yıl önce tanıştığım bir Fransız aile ile sadece festival dönemlerinde değil bütün yıl irtibatı kaybetmiyoruz. Dört kişilik ailenin reisi beni 35 yıldır havaalanında karşılar, festivalin bittiği gün beni Nice’teki havaalanına götürür. Bana bu şehirde lokal ve lojistik destek veren bu aile ile, festivalin 2 haftalık süresinde yemek sohbetleri yapma keyfini sürdürüyorum.
Benim hobim sinema
1972’de Cannes’da tanıştığım Atilla Dorsay ile 50 yıla yaklaşan bir arkadaşlığım var. Hafta arası basın için yapılan film ön gösterimlerinde, film öncesi kahvaltılarda ve film çıkışında, sinema eleştirmenlerinin bu duayeni ile sinemayı ve özel hayatımızı konuşuruz. Bu, haftada 3-4 kez gerçekleştiğine göre, Atilla benim en çok görüştüğüm arkadaşım.
Çiçeği burnunda bir ‘sinefil’ iken gittiğim 1966 Cannes Film Festivalinde Tuncan Okan’ı tanıdım. Milliyette yazdığı yazılarla basın hayatımıza Batılı anlamda sinema eleştirmenliği konseptini getiren Tuncan Okan benim yol göstericim oldu. 1999’da erken yaşta aramızdan ayrılıncaya kadar ben kendisinden çok şey öğrendim.
Uluslararası üne sahip fotoğraf sanatçısı Suavi Sonar yaşadığı İtalya’dan her yıl arabasına atlayıp Cannes’a gelirdi. Dünyanın en ciddi dergilerinin kapaklarını süsleyen fotoğraflarından oluşturduğu bir kolajı, poz vermelerini istediği ‘starletlere’ göstermekten hoşlanırdı. Ne yazık ki, Suavi Sonar 1994’te aramızdan ayrıldı. Cumhuriyet yazarı, besteci ve müzisyen Selmi Andak en renkli ve neşeli Türk gazeteciydi. 2010’da son haftalarını geçirdiği Or Ahayim Hastanesinde yaptığım ziyaretlerin sonuncusunda beni tanıyamamıştı. Günaydın’da “Görünmez Adam” başlığıyla yazan Ertuğrul Akbay hayatta gördüğüm en yırtık gazeteciydi. Geçen yıl kendisini lösemiden kaybettik.
Sinema hobisi nasıl başladı
Ortaokul ve liseyi 7 yıl yatılı okuduğum ve haftanın sadece bir gecesi evime gidebildiğim için, sinemayla tanışmakta geç kaldım. O yıllarda İtalya’da savaşın tahribatını gözlere seren Neorealist akımı ve Fransa’da Cahiers du Cinéma yazarlığından kamera arkasına geçen yaratıcı gençlerin oluşturduğu Yeni Dalga akımı sinemada fırtınalar yaratıyordu.
Ben bu iki sinema akımının özgün ve yaratıcı filmleri sayesinde sinemayı sevdim. Bu sevdam sayesinde hayatıma yön veren, anlam katan bir hobiye sahip oldum. O dönemde filmler ülkemize 5-6 yıllık bir gecikmeyle vizyona girerdi. Bu, benim için büyük bir şanstı. Yatılı okul hayatımda çevrilen filmleri mezuniyetimden sonraki yıllarda izleyebilme şansı... Filmler son yıllarda olduğu gibi bütün dünyayla aynı anda vizyona girseydi onları izleme şansına sahip olamayacaktım.
Sinema klasiklerine karşı açlığımı 1962 yılından itibaren yaptığım Paris seyahatlerinde Fransız Sinematek’inde gidermeye çalıştım. Henri Langlois’nın kurucusu olduğu, Trocadero’daki Chaillot Sarayı’nın içindeki Musée de l’Homme’un alt katındaki Fransız Sinematek’inde sabahtan akşama kadar klasik filmleri keşfetmek benim için öğretici oldu. 1965’te rahmetli Onat Kutlar’ın kurucusu olduğu İstanbul Sinematek’i, sonraları Sinema Günleri başlığı altında devam etti. Şişli Sıracevizler’deki Kervan Sineması’nda alt yazısız gösterilen filmleri anlayabilmek için, projeksiyon öncesi izleyicilere dağıtılan teksir kağıtlarındaki konuları ezberlemeye çalışarak salona girerdik.
Henri Langlois 1972 yılında İstanbul’a gelerek Sinematek Derneği’nin gelişmesine büyük destek verdi. İKSV’nin İstanbul’da hayata geçirdiği İstanbul Film Festivali 38 yıldır sanat hayatımıza zenginlik katıyor. Tüm dünyada olduğu gibi İstanbul Film Festivali bu yıl pandemi yüzünden ertelendi. Ancak festival yöneticileri kendilerine yıllardır sadakatle bağlı izleyici kitlesini unutmadı. Ertelenen 39. Festival programındaki bazı filmleri online ortamında sinemaseverlerin beğenisine sundu. 1200 olarak planlanan sanal biletler birkaç saat içinde kapışılıp tükenince, festival yönetimi bazı ek seanslar koyarak sinefillerin açlığına cevap verdi.
Sinemateklerde keşfettiğim filmler, içimde bir sinema aşkı oluşturmuştu. 1966’da Cannes Film Festivalini yerinde izlemeyi aklıma koymuştum. Mayıs aylarında yapılan bu festivale katılma şartlarını öğrenmek için, 2 ay öncesinde Paris’te Faubourg St. Honoré’deki irtibat bürosuna gittim. Beni karşılayan görevliye: “Cannes Festivali biletlerini nasıl satın alabilirim?” diye sordum. Muhatabım ciddi bir eda ile: “Cannes biletlerini satın alacak para henüz basılmadı,” dedi. Festivalin halka açık olmadığını sadece davetlilere ve basına açık olduğunu anlattı. Basın akreditasyonunu elde etmenin yolunun, Genel Yayın Müdürü’nün festivali takiple görevlendirdiği gazeteci için yazacağı bir yazıdan ve akreditasyon formunun doldurulmasından geçtiğini söyledi. İstanbul’a döner dönmez soluğu Şalom Gazetesi’nin kurucusu Avram Leyon’un yanında aldım. 54 yıldır bu festivali Şalom Gazetesi sayesinde izliyorum.
Hobim sinema sayesinde Mayıs 68’i Fransa’da yaşadım
55 yıllık Cannes serüvenimin en ilginç olayı, 1968 Cannes Film Festivalini izlemek için gittiğim Fransa’da, geçen asra damgasını vuran “Mayıs 68 Olaylarını” yerinde izlemekti. Paris’te öğrencilerin Nanterre’de başlattıkları olayların, işçilerin de katılımıyla tüm Fransa’ya yayıldığı günlerde Cannes Film Festivali başlamak üzereydi. 10 Mayıs’ta başlayacak festivali izlemek üzere eşim Tuna ile birlikte Cannes’a bir gün önce gitmiştik.
Festival Sarayı’nın 3. katındaki Basın Bürosu’nda akreditasyon kartlarıyla birlikte bizlere verilen dokümanların içinde A4 ebadında sarı bir kâğıt dikkatimi çekti. Bu bir otel listesiydi ve basın mensupları için indirimli fiyatlarla rezervasyon yapılacağı bir kontenjan ayrıldığını bildiriyordu. İki blok ötedeki Carlton Oteline gidip gecesi 2.000 Frank olan bir odaya 33 Frank gibi sembolik bir fiyatla 2 haftalık rezervasyon yaptırdık.
Ajans haberlerinden Fransa’da olayların tırmandığını, kanlı çatışmaların arttığını öğreniyorduk, ancak Cannes’da dünyanın dört bir tarafından gelen insanlar bir sinema şöleninin heyecanını yaşıyorlardı. Jüri üyesi Roman Polanski ve hamile eşi Sharon Tate bütün gala ve resepsiyonlarda ilgi odağı oluyorlardı. (Sharon Tate ertesi yıl Manson Çetesi tarafından katledilmişti.) Yarışmada filmi olan Orson Welles’e görkemli göbeği ve elinden düşürmediği Robusto purosuyla her yerde rastlamak mümkündü. “Rüzgâr Gibi Geçti” filminin yenilenmiş kopyası herkesi büyülemişti. Bir gece yarısı seansında eşim Tuna ile birlikte kuliste Beatles üyeleri Ringo Star ve George Harrison ile sürpriz bir şekilde burun buruna gelmiştik.
Ancak, festivalin üçüncü gününde Croisette boyunca, ellerindeki “Solidarité / Dayanışma” pankartlarıyla destek arayan öğrenci gruplarının arttığını görünce uyanır gibi olmuştuk. İnsanların eğlenmeyi sürdürdükleri Cannes’a devrim rüzgârı ulaşmıştı. Fransa’da 9 milyon işçi genel grev ilan etmişti. Cannes’daki protestocu gençler, festivalin yedinci gününde Festival Sarayı girişinde oturma grevi yaparak, festivalin durdurulmasını talep ediyorlardı.
18 Mayıs sabahı her şey değişti. Sabah 8.30’da, programdaki Carlos Saura’nın “Peppermint Frappé” filminin basın gösterimini izlemek için gittiğimiz Festival Sarayında olağanüstü bir durumun yaşandığını gördük. Adını Lumière Kardeşler’den alan ana salonda François Truffaut, Jean-Luc Godard, Claude Lelouch, Jacques Rivette, Jean-Pierre Léaud’nun başı çektiği bir grubun, festivalin sürdürülmesinin bir insanlık ayıbı olduğunu ve hemen durdurulması gerektiğini ateşli söylemlerle dile getiriyorlardı. Kendilerine Milos Forman, Richard Lester gibi yönetmenler ve Roman Polanski, Louis Malle gibi jüri üyeleri destek verdiklerini sahneye çıkarak ilan ettiler.
Projeksiyon saati geldiğinde ışıklar karartıldı, ancak sahnede kalmayı sürdüren Truffaut, J. P. Léaud, Godard, Malle’ın aralarında bulunduğu bir grubun bordo renkli kadife perdenin açılmasını engelledikleri görüldü. Perde açılamayınca filmin jenerik yazıları kadife perdeye yansıdı. Ve projeksiyon kısa sürede durduruldu. Carlos Saura bir basın açıklamasıyla filmini yarışmadan çektiğini ilan etti. Belirsizlik hali uzun sürmedi. Festivalin efsanevi başkanı Robert Favre Le Bret festivalin durdurulduğunu ilan etti.
Sinema aşkıyla yanan, çiçeği burnunda bir sinefil olarak, ikinci hafta programındaki umut vadeden filmleri izlememi engelleyen bu kararın üzüntüsü içinde Festival Sarayı’nın üçüncü katına çıktım. Basın Bürosunda yaşanan olağanüstü karmaşaya anlam veremiyordum. Fransa’daki genel grevin yayılmasıyla, benzin istasyonlarının greve katılmasıyla, Parisli gazeteciler Cannes’da hapis kalmanın telaşını yaşıyorlardı. Uçak biletimin tarihini öne almak için Air France bürosuna koştum. Kapı duvar. Greve dayanışma adına uçuşlar belirsiz bir tarihe kadar ertelenmişti. Telaşla iki sokak ilerdeki tren istasyonuna yöneldim. Aynı grev kararına uyduğunu SNCF ilan ediyordu.
O anda Fransa’yı terk etmenin yolunun, deposu benzin dolu bir araba bulmaktan geçtiği gerçeği kafamda dank etti. Splendid Oteli taksi durağında çalışan şoför dostum Georges aklıma geldi. Kendisine durumu anlattığımda sükûnetle: “Evimin banyo küvetinde kötü günler için sakladığım 2 bidon benzin var. Telaşlanma, bu bizi gitmek istediğiniz Cenevre’ye götürmeye yeter,” dedi. Nitekim öyle oldu. George bizi uçakla aktarma yapabileceğimiz Cenevre’ye güle oynaya bir yolculuktan sonra ulaştırdı.