Üniversitede lisans öğrenimimi 1976-1980 yılları arasında, Ankara’da, Gazi Üniversitesi’nde yaparken, daha sonra yüksek lisans ve doktora öğrenimlerimi tamamlayacağım Hacettepe Üniversitesi’nde iş buldum. İdari personel statüsüyle başladığım bu işte çalışırken, bir yandan da eğitimimi sürdürdüm. Aynı yıllarda ülkenin içinde bulunduğu koşulları hatırlamak bile istemiyorum. İşte, faşist askeri darbe için gereken koşulların oluşması neyi gerektiriyorsa, o yapılıyordu. Ülke bir cehennemi yaşıyordu. Bu koşullarda, büyük bir umutsuzluk içinde hem çalışıp hem okuyordum. Ama insan her koşulda kendini ayakta tutabilecek bireysel ve toplumsal dayanaklarını yaratabiliyor. Ben de Hacettepe Üniversitesi’nde özellikle akademik personel içerisinde bana çok iyi gelen ilişkiler, arkadaşlıklar, dostluklar geliştirmiştim ve bu sayede ayakta durabiliyor, toplumsal ve psikolojik dengemi sağlıyordum. İşte o cehennem yıllarındaki dostlarımdan biri de Oruç Aruoba’ydı. O da başka bir dostum olan Bilge Karasu gibi Felsefe Bölümü’nde hocaydı. Arada bir odasına uğrardım. Şiir, toplum, insan, felsefe üzerine nefis sohbetler yapardık. Ben o yıllarda dergilerde şiir yayınlıyordum ama henüz kitap çıkarmamıştım. Bir gün odasında, kitaplığının bir köşesinde, Mayakovski’nin, “Şiir Nasıl Yazılır” adlı kitabını gördüm ve müthiş ilgimi çekti. Kitabı ödünç almak istediğimde, “Al, senin olsun” dediğini hiç unutamam. Şiirin teorik yanıyla ilgili olarak ondan çok şey öğrendim. “Şiir” sözcüğünün “yapmak, tasarlamak, inşa etmek, üst üste koymak” anlamlarına geldiğini ilk kez onunla tartışmıştım. Bu anlamların, Latince kökenli Fransızca “poem” ve İngilizce “poetry” sözcüklerinin karşılığı olduğunu, oysa Arapça kökenli “şiir” sözcüğünün karşılığının “ilham”, “sezgi” anlamlarına geldiğini, onunla sohbetlerimiz sırasında sık sık gündeme getirecektik. Ortadoğu ve Batı uygarlıklarının, şiiri nasıl farklı algıladıklarını, bu iki sözcüğün etimolojisinden fark edecektim. Ortadoğu kültürleri, şiiri daha çok duygusal ve psikolojik referansla, dolayısıyla daha belirsiz ve tanımsız bir nitelikle kavrarken, Batı kültürleri ise daha rasyonel bir referansla ve daha belirli, daha tanımlanabilir bir nitelikle kavrıyordu. Şimdi, aradan geçen uzun yıllardan sonra, şiirin içinden bir insan olarak, şiiri duygunun ve aklın bir sentezi düzeyinde kavradığımı söyleyebilirim. Neyse… 1980 darbesi, toplumun her kesiminde travma yarattığı gibi, üniversitede de yaratmıştı. Aydın, ileri görüşlü, gerçekliği çok yönlü kavrayabilen öğretim üyelerini, bugün de olduğu gibi, üniversiteden uzaklaştırdılar. O savrulmalar içerisinde, birçok vicdanlı öğretim üyesi gibi Oruç Aruoba da istifa etti.
Oruç Aruoba’nın diğer felsefe hocalarından farkı, bilgiyi yorumlamakla kalmayıp, onu yaratmasıydı. Bu konuda, kendisiyle yapılan bir konuşmada şunları söyleyecekti: “Türkiye’de felsefe hocaları hep bir ‹dışarlıklı› akımının ‹Türkiye acentesi› oldular, yani felsefeyi ‹ithal› ettiler. ‹İthal felsefe› felsefe değildir. Tabiî ki ‹etkilenme› denen şey vardır; ama, felsefe tarihi okumaları ancak kendi düşünceleriniz için hareket noktaları oluyorsa bir işe yarar - ya da, kendi düşündüğümüz bir şeyler varsa, kendinize yakın düşünürler bulursanız; yoksa, birilerinin kötü bir kopyası olarak kalırsınız. Felsefe okumak isteyene bulunabileceğim tek tavsiye, kendisi, okumak… Yıllar önce, bir öğrencim doktora yapmak için yurtdışına gidiyordu; bana, ne yapmasını tavsiye ettiğimi sordu. Şöyle bir şey dedim: ‘Git, kendine yakın bulduğun bir filozof bul, seç, onu ıcığına - cıcığına varasıya oku, anla, öğren; sonra da, unut.’ (Kuzey Yıldızı, Şubat, 2007)”
Oruç Aruoba’nın felsefe doktorası yapmak üzere yurtdışına giden öğrencisine verdiği öğüt, tıpkı on yedinci yüzyılda bir Arap usta şairin, usta olmak isteyen, henüz kalfa olan bir şaire verdiği öğütle aynıdır. O çağda şairlik, belki de bütün Ortadoğu kültürlerinde olduğu gibi usta-çırak ilişkisiyle kazanılan bir niteliktir ve ancak bir ustanın vereceği “icazet” ile mümkündür. Bu bağlamda, anektod şöyledir: Bir gün usta olmak isteyen bir kalfa şair, ustasından icazet ister. Ustası da ona şöyle der: “Şimdi git, iki yüz şiir ezberle, gel.” Kalfa şair gider, bir zaman sonra gelir, ustasını bulur ve “İki yüz şiir ezberledim usta, artık ben de usta olabilirim” deyince, ustası bu kez, “Şimdi git o iki yüz şiiri unut da gel” diyerek, kalfaya usta olmasının öyle kolay olmadığını hatırlatır.
İşte, felsefe ile şiiri iç içe düşünen Oruç Aruoba’nın yarattığı bilgilerin çoğu, bildiğimiz gibi ya şiir olarak ya aforizma olarak ya da pür felsefi metinler olarak kitaplaştı. Geniş bir okur kitlesini etkiledi. Oggito’da, 2013’de Kaan Özkan yaptığı bir konuşmada şunları söyleyecektir: “Her yazar tek bir kitap yazar (…) Kitaplarım, önce defterime yazdıklarımdan oluştu - önceden kitap olarak yazmayı tasarlayıp defterden ayrı olarak yazmaya giriştiğim kitaplardan hemen hiçbirini de bitiremedim.. Bazı okurlarım gerçekten kendilerini bana ‘yakın’ buluyor; ama bu benim kişiliğimden değil, onların kişiliklerinden dolayı öyle oluyor.”
Şiir dili ve Felsefe dili
Şiir dili ile felsefe dili, varlığı sorgulayan özellikleriyle birbirine çok yakın durur, benzeşir. Varlığı sorgulama süreci, bir bakıma “anlamı sorgulama”dır. Şiir de, felsefe de anlamı sorgulayarak yeni anlamlar yaratırlar. Ama yöntem açısından aralarında çok önemli bir fark vardır: Şiir, anlam yaratma sürecini imgelerle, yani anlamların görsel tasarımlarıyla yaparken, felsefe bu süreci kavramlarla yapar. Çünkü şiir enikonu sanatsal bir söylem biçimi olarak gerçekliği estetize eder ve tikel bir boyuta taşır. Oysa felsefe bilimsel bir söylem biçimi olarak yarattığı anlamları kavramlaştırır ve genel bir boyuta taşır. Böylece (konuya göstergebilimsel açıdan yaklaşırsak) şiirsel söylem biçiminde gösterenle (dil ile) gösterilen (anlam) çakışır, aynı şeydir. Oysa felsefi söylem biçiminde gösterenle gösterilen aynı şeyler değildir. Aralarında belli bir uzaklık vardır. Yani dil kendini aynı zamanda anlam olarak açıklamaz, kendi dışındaki anlamlara gönderir, onları açıklar. Demek şiir dilinin kendi dışında referansı yoktur, kendi dışında açıklanamaz. Oysa felsefi dil açıkladığı anlamlara hizmet eder, onların referanslarıyla var olur. Bu ayrımı fark edemeyen bazı okurlar, şiirsel dil ile felsefi dili birbirine karıştırırlar ve felsefi metinlerin de şiir olduğu sanısına kapılırlar. Bazı yazarlar da ürettikleri kimi felsefi metinlerin şiir olduğu sanısına kapılırlar. Oruç Aruoba, bir konuşmasında bu durumu şöyle açıklayacaktır: “…Yalnızca şiirde düşünme ile yazma eşzamanlı olarak işler. Felsefede ise aralarındaki mesafe uzayabilir. Ben bunu epey kısa tutmaya çalışırım genellikle; bu yüzden olacak, kimileri düzyazı olarak yazdıklarımı da ‘şiirsel’ buluyor. (Oggito,2013)”
İşte Oruç Aruoba’nın ürettiği felsefi metinlerin şiir sanılmasının nedeni, onun da belirttiği gibi, gösterenle gösterilen arasındaki uzaklığın çok dar bir alanda gerçekleşmesidir. Yani dil ile onun açıkladığı anlamın herhangi bir somut ya da soyut imgeye benzemesi, böylece dile (kendine) çok yakın olmasıdır. Şu örnekte olduğu gibi:
“Sen de hazırlamalısın kendini ona, yeniden.
Yapman gereken, yaşamının yönelimlerini anlamına uygun olarak belirlerken-belirlemeğe çalışırken - yaşamının aykırılıklara, çekişmelere, olanaksızlıklara düşmeye dönük yönelimlerini de içermek - onları dışarıda bırakmayan bir yön tutturmak… (Hani, Metis Yay., s6)”
Şiir dil üretme sürecidir
Şiir, enikonu anlamlar yaratma sürecidir. Gerçekliği dil ile kavradığımız için, bu süreç dil içinde gerçekleşir. Dolayısıyla, şiir dil üretme sürecidir, diyebiliriz. Zaten Melih Cevdet Anday, “Her şiir bir dil deneyidir” derken, bir bakıma bunu kasteder. Aruoba da bu konudaki yaklaşımını, felsefe ile şiir arasındaki ilişkiyi açıklarken, şu sözlerle belirlemeye çalışır: “…Şiir, felsefe için, tek ayrıcalıklı sanattır- bütün öteki sanat dallarını teker teker ve birlikte ele alıp, ‘genel’ sanat içinde nasıl yan yana bulunduklarını ortaya koyabilince, şiir hep ayrı durur- hepsinin altında ya da üstünde, ama yanında değil... Şöyle: Her bir sanat dalı kendine özgü ‘malzeme’siyle- kâğıt, çizim, renk, taş, ses, vb. - anlam kurar; oysa şiir anlamla anlam kurar- malzemesi de ürünü de anlamdır. Tabii ki dili- sözcükleri ve tümceleri- kullanır; ama, bunlarla- onların anlamlarıyla- kurduğu, başka, yeni bir anlamdır. Kendine ‘verilmiş’ olan ‘doğal’, ‘gündelik’ dil içinde var olan, işleyen anlam birimlerini yeni bağlantılar içinde işleyerek, daha önce var olmayan anlam bütünlükleri kurar, yaratır…”
Bu bağlamda, Oruç Aruoba’nın birçok felsefi düzyazısal metninin, kendisi bu niyetle yazmamış olsa bile, şiir niyetiyle okunmasında hiçbir sakınca yoktur, aslında. Çünkü şiirin “anlamla (dil ile, sözcük ile, cümle ile) anlam yaratma” yönteminin bu metinlerde de işlediğini görebiliriz. Ayrıca bu metinler şiirin birçok özelliğini de taşımaktadır. Örneğin imgesel bir dil ile, anlamın görsel tasarımlarını üretebilme özelliği Aruoba’nın birçok metninde yansımaktadır. Üstelik şiir yaratma sürecinin gerektirdiği bir özellik olan, imgelerin metaforlarla üretilerek, dile anlamsal çok değerlilik kazandırılması ve böylece yeni bağlamlar içinde yeni anlamlar üretilmesi de bu metinlerin taşıdığı özelliktir. Şiirsel dilin biriciklik (unique), tekrarlanamazlık özelliği de bu metinler için geçerlidir:
“Gün olur, kat ettiğin yol boyunca tek bir güzellik çıkmaz önüne: gözüne çarpan ne varsa, çirkindir, sakildir, kirlidir, çamurludur. Oysa gideceğin yerde senin geleceğini bilerek bekleyeceğini bildiğin tek bir güzellik (temiz ve arı) varsa, an gelir, yüreğin doluverir, ona doğru yoldayken. (Oruç Aruoba, Tümceler, Metis Yay., 2019)”