Ben kimim? Benlik ne demektir? Benim özüm, beni ben yapan nedir?”

İnsan ırkı olarak tarihimizin en başından beri bunun gibi sorularla boğuşuyoruz. Kim olduğumuzu bilmeyi derinden arzuluyoruz, dünkü ben ile bugünkü benin aynı kişi olduğunu bilmek istiyoruz. Hayatlarımızı bir anlam çerçevesine sokabilecek bir kurguya ihtiyaç duyuyoruz. Fakat kötü haber şu ki, modern çağımızda bu çerçevenin kurulması gittikçe güçleşmekte. Düşünür Rick Roderick’in dediği üzere, çağımızda “benliğimiz kuşatma altında”.

Benliğimiz kuşatma altında…
Peki, bu kuşatmanın sebebi ne? Roderick’e göre sebeplerden bir tanesi “aşırı bilgi yüklenmesi”. Modern öncesi çağda bireyin hayattaki seçenekleri kısıtlıydı, yukarıda bahsettiğim “çerçevenin” sınırları çok netti ve değiştirilemezdi. Modern öncesi insanın, hayatı içerisinde deneyimleyebilecekleri sınırlıydı. Örneğin, modern öncesi köyde bir birey her gün aynı insanları görüyordu, aynı yemeği yiyordu, aynı işi yapıyordu, kısacası her gün benzer şeyler yaşıyordu. Yaşantılar sadeydi, basitti, sabitti.
Bu çerçeveyi bir de bugünün olağan deneyimleriyle karşılaştıralım. Bir restoranda oturup menüyü açtığımızda geçmişin krallarına sunulanlardan daha çeşitli ve zengin yemekleri yiyebiliriz, bir kitapçıya girdiğimizde geçmişin bilginlerinin hayal bile edemeyeceği nitelikte ve nicelikte bilgiye sahip olabiliriz. İnternet sayesinde dünyanın herhangi bir yerindeki herhangi bir kişiyle anında iletişime geçebiliriz, insanlığın sahip olduğu bilginin tamamına mili-saniyeler içerisinde erişebiliriz. Günümüz insanın sorunu bilgi kıtlığı değil, tam tersi, içinden çıkılamayan bir bilgi yığını.

Aşırı bilgi, aşırı deneyim, aşırı uyaran, aşırı seçenek
Rick Roderick şu örneği veriyor: modern öncesi toplumda bir birey hayatı boyunca aynı işte kalırdı. Ancak, verilere göre günümüzde ortalama bir insan hayatı boyunca 10-15 kere iş değiştiriyor. Örneğin, işimiz bizim benliğimizi çerçeveleyen önemli bir etken ise, bu kadar sık iş değiştirilen bir toplumda benliğimizin iyice şaşkına dönmesi kaçınılmazdır.
Hayatımızı anlamlandıran en kapsamlı çerçevelerden biri tarih boyunca din olmuştur. Geçmişte “Neden buradayım?”, “Öldüğümde nereye gideceğim?”, “İyilik ve kötülük nedir?” gibi çok büyük varoluşsal soruların cevabı dinde bulunuyordu. Modern öncesi toplumlarda dünya din etrafında dönüyordu. Örneğin, hayatın amacı Tanrı’ya hizmet etmekti, varoluşumuzu sağlayan Tanrı’ydı, gündelik yaşamın kuralları din üzerinden kuruluyordu. Din, insanların kaygılarını yatıştırıyordu, yaşamlarına anlam katıyordu, hayatlarına yön verecek kılavuzu sağlıyordu. Fakat eskiden işimiz, eşimiz, mahallemiz benzeri hayatımızı anlamlandıran çerçeveler gibi dinin sağladığı çerçeve de bugünün aşırılığında parçalara ayrılmakta.
Bugünün dünyasına çok çabuk alıştık, sanki bu durumdan bir başkası düşünülemezmiş gibi. Ancak, birkaç adım geri atarsak bu cesur “yeni” dünyanın gerçekten de ne kadar yeni olduğunu görebiliriz. Bugün kendimizi içinde bulduğumuz durum, insanlığın yaklaşık 300.000 senelik tarih okyanusunun yanında bir su damlacığı. Bu durumun tam olarak ne zaman başladığını kestirmek zor olsa bile, eskinin çerçevelerinin parçalara ayrıldığını ilk fark edenleri ve en güçlü şekilde dile getirenleri Kuşkunun Ustaları, Sigmund Freud, Karl Marx ve Friedrich Nietzsche olarak tanımlayabiliriz.


Kuşkunun Ustaları
Sigmund Freud’un dünyaya en büyük katkısı “bilinçdışı” kavramıdır. Freud’a göre, farkındalığımızda olan bilinç durumlarının gerisinde, çok daha derinde işleyen bir yapı vardır. Farkındalığımızdaki bilinci etkileyen bu yapı bilinçdışıdır. Zihinlerimizdeki iç yaşantılarımız ve dış dünyada farkında olmadan yaptıklarımız bilinçdışı tarafından düzenlenir. Biz farkında olmasak da bilinçdışı, hayattaki kararlarımız ve eylemlerimizi etkiler.
Freud bu kavramı ilk defa öne sürdüğünde toplumda bomba etkisi yaratmıştı. Freud’a göre psikanalitik bulgulardan sonra artık “kendi evimizin bile sahibi değildik”. Freud’la beraber dünyamız değişmişti, artık kendi zihinlerimizin efendileri değildik; bizim kontrolümüz ve farkındalığımız dışında zihnimizde bir şeyler yaşanıyordu, eylemlerimiz bilinçli kararlarımızdan bağımsız gerçekleşiyordu.
Ayrıca Freud, dinin kurduğu çerçeveyi de eleştiriyordu. “Musa ve Tektanrıcılık” ve “Uygarlığın Huzursuzluğu” kitaplarında, Tanrı’ya inanmanın, bizi her zaman sevecek ve koruyacak, gerektiğinde cezalandıracak otoriter bir baba ihtiyacını karşıladığını öne sürmüştü. Tanrı doğaüstü bir varlık değildi, sadece psikolojik bir ihtiyaçtı. Kısacası, Freud’dan sonra kendimiz üzerindeki gücümüz ve Tanrı’nın gücü derin bir kuşku içine düşmüştü.


Karl Marx
aynı duruma farklı bir açıdan yaklaşıyordu. Marx’a göre, kapitalist düzende maddi, ideolojik ve yapısal süreçler, emekçi sınıfı aldatmak amacı güder. Bunun sonucu olarak toplumdaki emekçi sınıf, sanki kendi çıkarlarınaymış gibi üst sınıfın ideolojisini benimserler. Marksist sosyolojide bu duruma “yanlış bilinç” denir.
Marx’a göre bu bilinç yanlıştır çünkü emekçi sınıf, üst sınıfın ideolojik aldatmalarına inanarak kendilerine fayda etmeyecek amaçlar peşinde koşar ve bu sayede üst sınıf emekçi sınıfı sömürmeye devam edebilir. “Amerikan rüyası” ideolojisi yanlış bilincin çok güzel bir örneğidir. Amerikalı yazar John Steinbeck, “Amerika’da fakirler kendilerini sömürülmüş emekçi sınıf olarak değil, geçici olarak mahcup milyonerler olarak görürler” demiştir. Emekçi sınıfa dayatılan ideoloji: “yeteri kadar çalışırsan sen de bir Jeff Bezos, Bill Gates, Warren Buffet, Donald Trump olabilirsin” der. Buna inandırılan emekçi sınıf toplumdaki yapısal sorunlara kör kalır, tüm güçleriyle çalışır ve günün sonunda da emeklerinin meyvelerini üst sınıf toplar.
Marx, emekçi sınıfa aynı ideolojinin din tarafından da dayatıldığını söyler. Din, halka “Evet bugün fakirsin, sömürülüyorsun, acı çekiyorsun, ama ödülünü öldükten sonra, öteki dünyada alacaksın” der. Cem Yılmaz’ın, “Bir dahaki sefere kralsın be oğlum” esprisi gibi, din de bize emeklerimizin sonucunu alacağımız ileride bir günün sözünü verir. Ancak, Marx’a göre bu, emekçi sınıfın sömürülmesini sağlayan boş bir söz, yalandır.
Aynı Freud gibi, Marx’a göre de biz kendi evimizin sahibi değilizdir. Düşüncelerimiz, kararlarımız, hayat amaçlarımız, yani benliğimiz kapitalist ideolojinin aşıladığı yanlış bilince dayanır. Dünyadaki her şey para etrafında dönmektedir. Din bile ekonomik çıkarların aracına dönüşmüştür, kutsallığı yalandır, sağladığı çerçeve bir illüzyondur.

Dinin, benliğe sağladığı çerçeveye en büyük darbe, şüphesiz ki Friedrich Nietzsche tarafından atılmıştır. Nietzsche, en etkileyici sözü “Tanrı öldü ve onu öldüren biziz” dediğinde insanlığın anlam ve değer çerçevesinin temelindeki Tanrı’yı yok ettiğini ilan eder. Nietzsche, Avrupa’da artan laikliğin ve Aydınlanma Çağı ile gerçekleşen bilimsel ilerlemelerin, dini önemli ölçüde zayıflattığını, artık anlam ve değerlerimiz için dine başvuramayacağımızı söyler.
Tanrı’nın ölümü yüzyıllardır gerçekleşse de bence Nietzsche’nin ilanıyla kesinleşmiştir. Nietzsche’ye göre bu kayıp, mutlak gerçekliğin de kaybı demekti. Nietzsche’ye göre Tanrı öldüyse “gerçek” göreceliydi, değişkendi, farklı bakış açılarına göre farklılaşabilirdi. Bu da demekti ki, dünyanın kuralları kişisel perspektiflere göre sürekli değişmekteydi. Artık dünyada hiçbir düşünce diğerinden daha önemli değildi, hiçbir ahlaki değer diğerinden daha kıymetli olamazdı. Hiçbir şeyden kesinlikle emin olamazdık, klasik felsefenin “düşünüyorum öyleyse varım” görüşü bile nesnel anlamda gerçek olamazdı. Nietzsche’nin vardığı sonuç “nihilizm” düşüncesiydi. Kendi anlatımıyla “nihilist insan varlığımızın (eylemlerimizin, acılarımızın, isteklerimizin, hislerimizin) anlamı olmadığına inanan insandı.” Nietzsche’den sonra benliğimizin tutunacağı ne gerçeklik ne de Tanrı, hiçbir şey kalmamıştır.

Çocukluğun sonu
Freud, Marx ve Nietzsche’nin yaşadıkları dönem toplumumuzun çocukluğunun sonudur. Aynı, çocukluktan çıkarken yaşadığımız gibi, o dönemde de modern öncesi saflık ve güven duygusu kaybolmuştur. Bu üç 19. yüzyıl düşünürü kendi yaşadıkları dönemi sonsuz bir derinlikle analiz etmişlerdir. İçinde bulundukları dünyayı, modern yaşamın yarattığı değişimleri ve sorunları çok başarılı bir şekilde saptamışlardır. Ve çocukluğun sonunu, yeni bir dünyaya adım atıyor oluşumuzu, yazdıklarıyla ilan etmişlerdir.
Bu yeni dünyada, eskinin çerçeveleri tuzla buz olmuştur. Hem kendi kudretimize hem de Tanrı’nın kudretine olan inancımız, bu inancın sağladığı güvenlik duygusu kaybolmuştur.
Bugün yaşadığımız anlam kaybını, güvensizliği, boşlukta sallanıyor oluşumuzu 19. yüzyılın kâhinleri, Kuşkunun Ustaları, Sigmund Freud, Karl Marx ve Friedrich Nietzsche öngörmüştür.