Kimi anlar vardır ki yaşantımıza yön verir… Araştırmacı yazar Hanri Benazus’un yaşamının en unutulmaz hatırası, büyük önder Atatürk’ün, küçücük elinden tutup onu özel tren kompartımanında karşısına oturttuğu, yarenlik ettiği 9 Ekim 1937 akşamına ait... O gün henüz yedi buçuk yaşında olan Benazus, Ata’sına duyduğu vefa borcunu bir ömür boyu ödedi, ödüyor: İlkokullardan ortaokullara, derneklerden üniversitelere, yurtiçinde ve yurtdışında Atatürk’ün dehasını anlatarak…
Hanri Benazus ile, “Atatürk’e rakıyı leblebisiz içiren çocuk” olarak tanınmasına neden olacak o unutulmaz karşılaşmayı, yıllar içinde maddi manevi hiçbir gayretten kaçınmadan biriktirdiği benzersiz Atatürk fotoğrafları koleksiyonunu ve katıldığı sayısız kültürel etkinliği konuştuk. Gönül isterdi ki, bu görüşme yüz yüze olsun; ancak sözleştik, pandemi badiresini atlatınca bir araya geleceğiz - İstanbul’da veya İzmir’de…

Eşsiz Atatürk fotoğrafları koleksiyonunuzla sık sık gündeme gelmenizin yanı sıra, “Atatürk’e rakıyı leblebisiz içiren çocuk” olarak da tanınmaktasınız. Bu keyifli anınızı, Şalom Dergi okurları ile paylaşır mısınız?
Bu olay 1937 yılının 9 Ekim günü geçti. Ben o zaman 7,5 yaşındaydım. Aydın’ın Ortaklar beldesinde -o zaman küçücük, 40 haneli bir köydü- yaşıyorduk. Babam oranın incir kooperatifinde kâtiplik yapıyordu. Atatürk o gün gelecek dediler, çünkü Nazilli Basma Fabrikası’nın açılışını yapacaktı. Ondan sonra Aydın’ın Ortaklar, Söke ve Çamlık üçgeni içinde yer alacak Ege manevralarını izleyecekti.
İlk durak Ortaklar… Karşılamaya gidilecek; okuryazar üç kişi buldular köyde -biri muhtar, biri istasyon müdürü, biri de babam. Babam oraya gitmeden önce, elbiselerini değiştirmek için eve geldi. Ben bunu duyunca, “Ben de geleceğim!” diye tutturdum. Babam “Hayır!” dedi. Ama ben yerden yere attım kendimi! Neticede malum, annem araya girince babam “Peki” dedi.
Saat 19:00-19:30… Bekledik, 10 dakika sonra Atatürk’ün özel treni geldi. Bu arada istasyon köylülerle doluydu; yalnız bizim köy değil, civar köylerden de gelmişlerdi Atatürk’ü görmeye. Dolu, lebalep! Tren geldi, perona yanaştı. Aradan iki-üç dakika geçti geçmedi, onun kompartımanının kapısı açıldı ve Atatürk trenden indi. Bugün alışageldiğimiz görüntülerin çok dışında, yanında ne bir koruma, ne herhangi bir kişi… Geldi, köylülerin arasına daldı ve sohbete başladı. Ben o gürültü patırtı içinde babamın elinden kaçıp Atatürk’ün yanına gittim. Beni ne dürttü, ben de bilmiyorum çocuk yaşımda. Köylülerle konuşurken, çocuk gördü ya -çocuk sevgisi çok büyüktü onun- tuttu elimden, elini de başıma koydu. O zaman kıvırcık saçlarım vardı. Parmakları ile saçlarımla oynarken, konuşmaya devam etti. Konuşmayı bitirdi; elimden tuttu beni kompartımanına bindirdi. Karşısına oturttu, uzunca bir masa. Alışılagelmiş şekilde, ona rakı ve leblebi getirdiler. Ben onun rakı olduğunu da bilmiyorum; anlamıyorum ben, çocuk yaşta.
Aldı rakı kadehini, kompartımanın camını açtı. Köylünün birine soruyor: “Adın ne?”, [Cevap] “Mehmet”… “Mehmet, senin şerefine!” diyor bir yudum alıyor. Öbürüne soruyor, “Ahmet, senin şerefine!” Derken, ben ne kadar leblebi varsa hepsini yemişim. Bir çini kâse düşünün, lacivert beyaz. İçinde iri iri beyaz leblebiler. Biraz da karanfil kokuyordu gibi geliyor bana. Leblebiler bitti, şöyle hafif bir göz attı garsona. Yeni bir kâse geldi. O yine “Ahmet, Mehmet” derken, ben ikinci kâseyi ceplerime doldurmuşum; üçüncü kâseyi de gömleğimin arasına.
Yıllar sonra ben kendimi sorguladım. Resmen Atatürk’ün leblebilerini çaldım! Ama onda en ufak bir tepki yok; çocuk olduğum için toleransı çok yüksek! Yaptığım değerlendirme şu: O günlerde öyle yoksul bir Türkiye var ki, bir tek biz değil, herkes aynı durumda. Dolayısıyla ailelerin bütçesi leblebi alıp da çocuklarına yedirmeye müsait değildi. Ama mutluyduk; özendiğimiz, aradığımız bir şey yoktu. Geri dönecek olursam, rakı bitti, leblebi bitti. Kaldık Atatürk’le baş başa. Adımı sordu; söyledim. Soyadımı sordu; söyledim. Bana, “Sen kimsin?” demedi. “Sen nesin?” demedi. Babamı da sormadı, anamı da sormadı.

Atatürk’le ayrılmanız nasıl oldu o gün kompartımandan?
Trenin camından bakıyorum. Tabii o zaman elektrik yok. İstasyonda karpit fenerleri yanıyor. Daha ileriki bir karpit fenerinin altında babam böyle duruyor [ellerini çenesinin altında birbirine kavuşturmuş, endişeli bir yüzle], acaba evladı dönecek mi, yoksa Atatürk’le beraber mi gidecek… Her neyse, sonra Atatürk yaverini çağırttı. Elimden tuttular, götürdüler babama teslim ettiler. O günden sonra ben okulda Atatürk’ün yaveri gibi itibar gördüm; herkes benimle oynamak istemeye başladı.

Sergi ve konferanslarınız nedeniyle, farklı kesimlerden kişilerle bir araya geliyorsunuz. İsminizin yadırgandığı oldu mu?
Etkinlikler yaparım ben, AVM’lerde mesela. İmza günlerim var; adım yazılıdır orada, ‘Hanri Benazus’ diye. Bazı aklı evveller gelirler; bakarlar ismime, bir de yüzüme bakarlar. Bir daha döner, bir daha bakarlar, “Sen kimsin?” diye sorarlar. Derim ki, “Orada ismim yazılı!”… “Yok”, derler, “Sen kimsin?” “Hanri Benazus” derim. “Onu sormuyorum” derler, “Sen nesin?” “Ben Türk’üm derim”… “Olmaz!” derler. “Neden olmaz?” “Türk olsaydın adın Ahmet olurdu, Mehmet olurdu!” Şöyle cevap veririm onlara: “Bak, ben Atatürk’le beraber oldum. Bana, ‘Sen kimsin, Sen nesin?’ demedi.”
Bir de böylelerine soruyorum: “Ben istesem, adımı soyadımı değiştiremez miyim? Sizin karşınızda Ahmet, Mehmet olarak oturamaz mıyım?” Ama ben bunu yapmam! Çünkü yaparsam, Atatürk’e ihanet etmiş olurum. Çünkü Atatürk’ün Türklük anlayışında ben de varım, sen de varsın, herkes var. Ama genelde toplum beni olduğum gibi kabul etti. Her yerde çok rahat konferans da veriyorum, etkinlik de yapıyorum. Toplum beni kendinden bir parça olarak gördü. Ve ben de bundan dolayı mutluyum.

Kasım, birçoğumuz için hüzün ayıdır… 10 Kasım deyince, zihninizde hangi anılar canlanıyor?
10 Kasım 1938’in bende şöyle bir anısı var: Nedense o gün İzmir’deydik. Biz Ortaklar’da otururduk, İzmir’de değil. O gün kimin evinde kaldığımızı hatırlamıyorum. Saat 11:00-11:30’du, bir gürültü koptu, Atatürk öldü diye. İnanır mısınız, şehrin üstüne bir matem havası çöktü! Bir çöpçü, çökmüş yere; çöp tenekesini bir tarafa, çalı süpürgesini bir tarafa atmış. Elini başına koymuş, böyle duruyor adam, hiç sesi çıkmıyor. Bir adamcağız vardı, akşamları çıkar balık avlar, sabah başının üstüne seleyi koyar, mahalle arasında balıklarını satardı. Duyar duymaz fırlatmış kafasındaki seleyi, balıklar bir tarafta, sele bir tarafta, dövünüyor.
Yalnız Türkiye değil, dünya üzüldü. Ve dikkat edin, Atatürk döneminde Türkiye’ye karşı olan, aleyhinde konuşan bir tek devlet adamı bulamazsınız. En çok savaştığımız Venizelos bile… Düşünebiliyor musunuz? Biz onlarla savaştık, karşılıklı askerlerimiz öldü! Kanlar akıtıldı. Ve o insan Atatürk’ü Nobel Barış Ödülü için teklif etti.

10 Kasım bugün size ne hissettiriyor?
Ben 10 Kasım’ı nedense kabullenemiyorum. Ben Atatürk’ün öldüğünü kabul etmiyorum çünkü. Eğer Atatürk’ü illa bir mezara gömmek lazımsa, sığmaz. Sokaklarda bazen çocuklar görüyorum, giydikleri tişörtlerin üstünde ‘Atatürk’. Geçenlerde bir AVM’deydim. Orada 2-3 aylık bir bebekle bir anne geldi. Bebeğin giysisinin koluna Atatürk resmi işlenmiş. Son zamanlarda Atatürk’ün varlığını daha başka bir gözle gören bir neslin yetişmekte olduğunu görüyorum. Mutlu oluyorum…

Bütün haftalığınızı verip ilk Atatürk fotoğrafınızı satın aldığınızda, henüz 17 yaşındaydınız. Bu ilk fotoğrafın ardından koleksiyonunuzu hiç sönmeyen bir hevesle genişlettiniz. Bu heves nasıl filizlendi?
İlk fotoğrafı bulduğum gün başladı bu bende ve bir nevi hastalık oldu. Bir tane daha buldum, bir tane daha buldum, daha da arayayım dedim; araya araya bugüne geldim. 10 bin fotoğrafı geçtim!

Koleksiyonunuzu oluşturmak için maddi manevi hiçbir gayretten kaçınmadığınızı, içlerinden iki tanesi için günübirlik Amerika’ya gidip döndüğünüzü biliyoruz. Bu iki fotoğrafı koleksiyonunuza dâhil etme öykünüzü okurlarımızla paylaşır mısınız?
Benim iş hayatım döneminde oldu bu… Amerika’dan bir telefon geldi. Arayan bir fotoğrafçı… “Bende iki tane Atatürk fotoğrafı var” dedi. “Çok özel. Bunları sana satmak istiyorum…” Numarasını aldım; ‘ben sizi ararım’ dedim. Ama içime bir kurt düştü. Amerika’da bir temsilcim vardı. Ona durumu anlattım; ‘bu adam muhtemelen beni dolandırmak istiyor,’ dedim. Atatürk’ün bütün fotoğrafları Türkiye’de, Amerika’da ne arar! New York’ta 42. caddede bir fotoğrafçı dükkânı varmış; ‘git bir ara, konuş’ dedim. Gitti, konuştu, sonra bana dönüş yaptı. Dedi ki, bu fotoğraflar özel. Ona babasından kalmış. Babası eski gazeteci; 1921 yılı Ekim ayında gelmiş, Atatürk’le röportaj yapmış ve fotoğrafları kendi çekmiş. Fotoğrafların negatifleri de elinde. Bunun üzerine adamı aradım. Kaç para istediğini sordum. Dediği parayı cebime koydum. Günü birlik Amerika’ya giden belki bir tek ben varım. New York’a varınca doğru 42. caddeye gittim. Fotoğrafları ve cam negatifleri aldım. Parasını verdim; döndüm Türkiye’ye. O gün verdiğim parayla, bugün herhalde Boğaz’da bir köşküm olurdu. Ama helal olsun…
Bu fotoğrafların bir de macerası var. Döndükten sonra bu fotoğraflardan iki takım yaptırdım. Birini kendi büroma astım. Diğerini de -1984’de geçiyor bu olay- Evren Paşa’ya yolladım. Aradan bir hafta geçti geçmedi, rahmetli eşim -son günlerini yaşıyordu, hastaydı- evden aradı beni: “Evi paşalar bastı” dedi! Hayırdır inşallah dedim. Telefonu Orgeneral İsmail Hakkı Akansel’e verdi. “Buyurun paşam” dedim. “Evren Paşa’nın emri var” dedi. “Sizde iki fotoğraf varmış; kaç paraysa ödeyip, fotoğrafları alıp gideceğiz.” Ben, “Bende satılık fotoğraf yok. Ama Evren Paşa emretti. Cumhurbaşkanımız. İsterseniz evi de alın götürün” dedim. Bir espri kattım içine… “Bir ricam var yalnız, hanımın durumunu görüyorsunuz; onu bana bırakın” dedim. Akansel’in hoşuna gitti bu sözüm. “Bana 1-2 gün müsaade eder misiniz? Evren Paşa’yla bir daha konuşayım” dedi. “Olur” dedim.
Aradan bir hafta geçti. Bu sefer Cumhurbaşkanlığı Başdanışmanı ve Basın Sözcüsü Ali Baransel aradı ve şöyle dedi: “Evren Paşa bu cevabınızdan çok mutlu oldu. Sizde çok güzel fotoğraflar olduğunu biliyoruz. Ankara Halk Evi’ni açacağız. Bize orada bir sergi açar mısınız?” “Hayhay” dedim. Ben hazırladım sergimi ve hanımı, o hasta haliyle bile, bu onuru yaşasın diye Ankara’ya götürdüm. Evren Paşa’nın, orada bana söylediği şuydu: “Sakın ola bu fotoğrafları çoğaltma; her yerde görmek istemiyorum.” Ben de “Emredersiniz Paşam” dedim. Aradan yıllar geçti. Ben ne zaman güneyde, Muğla’da, Fethiye’de, Bodrum’da, Marmaris’te sergi açsam, gelir kendi açardı. Marmaris’e taşınmıştı biliyorsunuz. En son gördüğümde bana, “Ben sana [o fotoğrafları] kimseye verme dedim, ama ben kendim verdim, hem Kültür Bakanlığı’na, hem TRT’ye! Şimdi her yerde görüyorum” dedi. “Canınız sağ olsun” dedim. O fotoğrafların macerası da böyle…

Uzun yıllardır gerek yurtiçinde gerek yurtdışında, konferanslarla, sergilerle Atatürk’ü anlatıyorsunuz. Yurtdışındaki çalışmalarınızdan örnekler verir misiniz?
14 Mart 2016 tarihinde İngiltere’de, Avam Kamarası’nda Atatürk Fotoğrafları sergisi açtım. İngiliz milletvekillerine Atatürk’ü anlattım. Büyük bir olay oldu… Ardından 18 Mart’ta Paris’e geçip, Paris Tarih Akademisi’nde tarih profesörleriyle Çanakkale’yi konuştuk, Atatürk’ü konuştuk. Çanakkale Zaferi’nin 100. yılında Melbourne şehrinin Belediye Başkanı, araya bizim Büyükelçiyi koyarak, benden Çanakkale’yle ilgili fotoğraflar istedi. İşin tuhafı ne biliyor musunuz? Anzak’lara ait fotoğraflar bende vardı, onlarda yoktu! Benim yolladığım fotoğrafları büyüterek, Melbourne’da tramvayların iki tarafına dizdiler.
Evvelki sene beni davet ettiler; bir konuşma yap diye. Hem Yeni Zelanda’ya, hem Avustralya’ya… Yaşım gereği, göze alamadım! En son Amerika’dan bir ödül aldım: 19 Mayıs’ta Atatürk Ödülü. Ona da gidemedim virüs sebebiyle. Fransa’dan da bir ödül kazandım: Paris Atatürk Dostları Derneği’nin ilk defa vereceği Atatürk Dostu (L’Ami d’Atatürk) Ödülü. 29 Ekim’de, yine mecburen internet üzerinden görüşeceğiz.

Eşsiz Atatürk fotoğrafları koleksiyonunuzun kalıcı olarak sergilenmesi hiç gündeme geldi mi? Nasıl bir proje size cazip gelir?
Kısmetse yakında bir müze kurma çalışmasının sonuçlarını alacağım. Bu bana mutluluk verecek; çünkü bu koleksiyon artık toplumun malı olmaya hak kazandı.

Pandemi süreci sergilerinize sekte vurmuş olsa da, sohbet ve konuşmalarınız online video konferans uygulamaları ile devam ediyor. Yaşamın normale dönmesi ile birlikte uygulamaya koymayı planladığınız ne gibi faaliyet ya da projeler söz konusu?
Virüs çıkmasaydı, benim üç yıllık programım doluydu. Okullar, dernekler, AVM’ler, dış bağlantılar… Almanya Atatürkçü Düşünce Derneği ile geçen seneden program yaptık; tam 20 günlük bir program. Almanya’nın bütün şehirlerini tek tek dolaşıp, konferanslar verecek, sergiler açacak, imza günleri yapacaktık. Mart için planı yapmıştık; pandemi çıktı, o kaldı. Şu anda konferansları Zoom’la, benzeri uygulamalarla yapmaya çalışıyoruz. Almanya da Amerika da bekliyor; COVID-19’dan sonra Amerika’da bütün eyaletleri dolaşacağız. Keza Fransa… Ben bugüne kadar Fransa’ya etkinlik için altı defa gittim.