İnsan insanın kurdudur
İnsana en büyük iyiliğin insandan geldiği gibi, en büyük kötülüğün de insandan geldiğine hükmetmiş İngiliz filozofu Thomas Hobbes. Homo homini deus (insan insanın tanrısıdır) / Homo homini lupus (insan insanın kurdudur). İnsan insanın tanrısıdır evet, çünkü insandır bugünkü seviyesine getiren insanı. Ama rakibini, düşmanını, yoluna çıkanı yok eden de aynı insan... Neden “kurt” alegorisini kullanıyor peki? Çünkü kurt, yok etme dürtüsü ile saldırganlık eşiğini çok çabuk aşan bir hayvan.
“İnsanım ben. En vahşiyim...”
İnsana gelince, o duyguları ile hareket eder ve duyguları ona hâkim olduğunda kontrolünü çok kolay kaybeder. Filozof Hobbes, işin bu yüzüne değiniyor mu bilmem ama, üstüne üstlük akıllı bir canlıdır insan ve yok etmekte yaratıcılığını kullandığından, bir kurttan çok daha vahşi olabilir.
“Önüme çıkanı yok ederim. Hatta abarttıkça abartırım zira en ilkel halim vahşi halimdir, kafamı bozanı öldürürüm. Öldürme şeklimi de kendim seçerim. Çünkü hayvansal öldürme içgüdüm, hayvan gibi sırf açlık ya da kendini koruma içgüdüsünden kaynaklanmaz. O yüzden de hayvan gibi doğrudan saldırıp öldürmem. İnsan gibi yaratıcı, kan dondurucu şekiller bulur, uygularım. İnsanım ben. En vahşiyim. En hainim. En kötüyüm” diyor Bercuhi Berberyan bir yazısında.
Topluma katkısı olmayanların imhası
İşte bu duygu kabarmasına örnektir insanlık tarihinin cinayetleri! A.B.D. Holocaust Memorial Museum kayıtlarına göre Nazilerin öldürdüğü 6 milyon Yahudi yanında, SS doktorları tarafından T4 programı kapsamında yaklaşık 300 bin kişinin daha öldürüldüğü biliniyor. Neydi peki bu T4 programı? Bu bir çeşit ötanazi programıydı ve topluma bir ekonomik katkısı olmayacak, topluma yük akıl hastaları, yaşlılar, sakatlar, eşcinseller, kronik hastaların taranarak tespiti ve imhası esasına dayanıyordu. Bunların yanında saf ırk esaslarını bozacak diye çingeneler, Masonlar, Yehova şahitleri, savaş esirleri de listeyi uzatıyordu.
Önceleri açlık veya damardan ölümcül enjeksiyonlarla uygulanan programın, sonraları en tercih ettiği yöntem gaz odaları oldu. Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi’nin yayınlarından “Yeni İnsan Dergisi”, programın ideolojisini kapağında şöyle haklı gösteriyordu: Kalıtsal bir hastalığı olan bu kişinin yaşamı boyunca topluma getirdiği mali yük 60.000 Reichsmark’tır. Yurttaş! Bu sizin paranızdır!
Genocide kapsamı
Dünya literatürüne “Genocide - soykırım” terimini ekleyen Yahudi asıllı Polonyalı avukat Lemkin der ki, “Kolonileştirmenin kendisi de aslında bir soykırımdır. Hem de iki kademeli! Önce yerli halkın yaşam şartlarını yok edersin, sonra da kendi kurallarını koyarsın.”
İngiliz antropolog David Maybury-Lewis ise iyice kategorik: “Emperyal ve kolonyal soykırım biçimlerinde önce, bölgeyi amacına uygun hale getirmek için yerli halktan temizlersin (!!!) sonra da ihtiyacın kadar yerliyi projelerini gerçekleştirmede köle işçi olarak çalıştırırsın.”
Nitekim Kızılderililere, Avustralya’da Aborjin’lere yapılanlar da budur. Tarihe “Californian genocide” olarak geçen ve buradaki nüfusları 300 bin denilen 18-19. yüzyıl arası “Amerindians” (Amerikan Kızılderili) nüfusunun, gerek kitlesel imha ile, gerekse köleleştirme, yerinden sürülme, açlığa mahkum etme gibi müdahalelerden sonra 1900’lerde 16 bine indirildiği kayıtlara düşmüştür. 1788’de de sayısı 750 bin olduğu söylenen Aborjinlerden, Avustralya Sağlık ve Refah Enstitüsü’nün kayıtlarınca bugün sadece 47 bin saf kan nüfus kalmıştır.
Bazı akademisyenlere göre kültürel temizlik “ethnocide” de bir çeşit soykırım sayılmalıdır, Bir milletin bir bölgedeki kültürünün yok edilmesi de o milletin gittikçe yok olması ile sonuçlanacağı için (Kızılderililerin kültürlerine de yapıldığı gibi mesela) bu tür müdahaleler de soykırım kapsamına alınmalıdır. Görüldüğü üzere soykırım konusunun kapsamı çoğu kez tartışmalı kalmaktadır.
Savaşlar da bir çeşit toplu imha örnekleridir. Sadece I. ve II. Dünya Savaşlarında tahmin edilen toplam insan kaybı 100 milyonu bulmuştur. Yuval Harari’nin de ele aldığı şekli ile, feodalite itibariyle toprağın değer kazanmış olduğu yıllarda, savaşa sürülen insanlara toprağın kutsiyeti ve o uğurda ölmesi gerektiği aşılanmıştır.
O yıllardan bugüne değişen dünya coğrafyasına bakıldığında, bugün birinin olan topraklar, yarın başkasının eline geçince, bu uğurda nice boşa ölmüş canların hesabı hiç yapılmaz. Yakın tarih diye hatırlıyorum, hürriyet uğruna Berlin Duvarını aşmaya çalışırken vurulmuş gençlerin sayısı 250 imiş! Bir gecede yıktılar duvarı politik oyun öylesini gerektirdi de… Şimdi ne uğruna ölmüş oluyor onlar?
İnsanlık tarihinde, üstelik de ırk, cins, din farkı olmadan o kadar çok ki akıtılan kanlar! İsa’nın sözleri ile “Aranızda en günahsız olan atsın ilk taşı!”
Marazi vahşet
Fransa, 1789’dan 1799’a kadar, monarşisini devirip yerine bir cumhuriyeti getirene kadar Maximillien Robespierre, cumhuriyet düşmanlarından kurtulmak için tek-tek mahkemelerle uğraşmaktansa, erkekleri, kadınları ve çocukları doğruca giyotine sokmayı seçerdi. Robespierre’in kendisi dâhil 40 binden fazla insan idam edildi.
1478’de İspanya hükümdarları, İspanya’nın Yahudi ve Müslüman nüfusunu Katolikleştirmek için işkenceyi seçti. İnsanlar kazığa geçirilerek, yakılarak, su işkenceleri ya da en popüler işkence şekli - “garrucha” denilen, kollar arkaya bağlı haldeyken ayak bileklerine ağırlıklar eklenip tavandan asılarak, kâfir olmadıklarını ispat ediyorlardı.
İşkence yöntemleri
İşkence konusunda insan muhayyilesi inanılmaz raddelere varabiliyor. Eski Yunanlılarca dizayn edilmiş Sicilian Bull yöntemi var mesela. Sicilyalıların akıl ettiği bu yöntemde bronz bir boğanın içine kapatılan insanın, altından ateş yakılarak çığlık-çığlığa ve yavaş-yavaş pişerek öldürülmesi… Mezopotamya’ya ve Kızılderililere özgü insanların derisinin yüzülmesi var mesela. Çivili çark var mesela: İnfaz edilecek kişi çivili bir çarka geriliyor. Çark çevrildikçe yediği darbelerle çivilere batarak ve kemikleri tarifsiz acılarla kademeli kırılarak ölüyor mahkûm.
Eski Romalıların işkenceye merakı ünlüdür. Bir değişik işkence yöntemleri de mahkûmun özel eğitilmiş vahşi hayvanlarca ölene kadar tecavüz ettirilmesiydi. İnsan bedeninin tam ortasından testere ile ikiye ayrılması, Roma İmparatorluğu, İspanya ve Asya’nın bazı yörelerinde kullanılan bir diğer işkence metoduydu.
Yine Avrupa ve Asya için geçerli, diğerlerinden daha az tercih edilen suda veya yağda pişirilme, çarka bağlanmış bedenin gerile gerile parçalanması; orta Avrupa için bir diğer işkence yöntemi de metal kemerli koltuktu. Metal kemerin içine yerleştirilen fare için tek çıkar yol, metal ısıtıldıkça mahkûmun göbeğini delerek içine kaçmaktı.
İnsan cinsinin bu kendi-kendini imha (auto destructive) karakteristiği, kendi cinsini amaçları doğrultusunda istismar etme dürtüsünün nereye kadar varacağı konusunda bazen havsalamızın almayacağı, sınırlarımızı zorlayıcı gerçeklerle karşılaşınca insanlığından utanmamak mümkün mü?
Japonların Çinlilere olan nefreti
Japonların Çinlilere olan nefreti son derece ırkçı olan ataerkil dinleri Şinto’nun ilkeleri doğrultusunda sınırsızdı. Onlar çocuklarına Çinlilerin domuzdan da aşağılık olduklarını aşılayarak büyütürlerdi.
Bir çeşit tasfiye, rejim karşıtlarının temizlenmesi operasyonu olarak başlayan ve 1937’den, neredeyse 1941’de Hiroşima’nın bombalamasının ertesine kadar aralıklı olarak süren Japon İmparatorluk Ordusu’nun zulmü nedeniyle hayatını kaybeden 22 milyon Çinlinin maruz kaldığı bu kıyım “Asya Holokost’u” olarak tanımlandı.
Asya Holokost’u
Nanjing Katliamı her türlü marazi fantezileri aşacak vahşilikteydi. İmparatorları Hirohito’nun “Hepsini öldürün, her yeri yakın!” emrine uyan Japon askerleri, kitlesel cinayetler, insanlar üzerinde tıbbi deneyler, kadınlara ve genç kızlara sistematik tecavüz, zorla çalıştırma, yağmalamalar, kafa kesmeler, canlı canlı gömmeler, süngüden geçirme, hatta yamyamlık dâhil her türlü insan hakları ihlali gerçekleştirdiler.
Ve diğerleri…
Kamboçya, Ruanda, Doğu Timor, İtalyanların Libya’yı, Fransızların Cezayir’i hedef aldığı katliamlar, 1932-33 arası Sovyetler tarafından 7.500.000 kişinin suni açlığa maruz bırakılarak geniş çaplı etnik temizliğe uğradığı “Golodomor” adlı büyük Ukrayna katliamı, Srebrenitsa, Uganda... İdi Amin’i hatırladınız mı? 1971-79… Hani şu 300 bin kişiyi canice usullerle, kiminin böğrünü deşip içine fareler atarak, kimilerini de yiyerek katleden “Uganda kasabı”nı?
Uganda kasabı İdi Amin
“Kork insandan!”
Her bir kişi, kendini korumak için bir diğeriyle savaş halindedir, onun düşmanıdır, onu yiyip bitirmek için uğraşır. Rekabet acımasız ama daha da kötüsü bitimsizdir. Babam, sözün senet sayıldığı, insana güvenin esas alındığı Eminönü-Karaköy piyasası saygın tüccarları arasında 75 yıl iş yaptı. Dünyada hümanist yaklaşımın çoktan öldüğü bir yaşamı idrak ve kabul edemiyordu bir türlü. Yedi kişinin hayatını kaybettiği 1998 Mısır Çarşısı bombalanmasında, canhıraş ölüm ve panik çığlıkları, barut kokusu ve dumanlar içinde, çarşı girişindeki dükkânımızın damından dışarı çıkartıldı ve ölene kadar hep şunu tekrarladı: “Kork insandan!”