Başlığa bakmayın, bu sinemayla ilgili bir yazı değil, konumuz psikolojideki “t” meselesi; ancak yakın zamanda ölen Sean Connory’nin unutulmaz karakteri Bond, konumuza çok uygun düşüyor, çünkü adamımızın gücü sınırsız. Dergimize röportaj veren Psikoterapist BÜLENT USTA da bu örneği beğenince hem karizmatik aktörü hatırlama hem de yazıya klasikleşmiş bir süper kahramanla başlama fırsatı kaçmazdı…


Gün olur da “varoluşsal mutsuzluğu”nun sebebinin boş yere suçladığı nesne(ler) değil de bu dünyadaki mevcudiyet biçimi olduğunu fark eder ve gerçekleşmesi imkânsız tümgüçlü narsisistik hayalinden feragat edebilirse, insan için yepyeni bir varoluşun kapısı aralanır.

James Bond son model arabalarla dolaşan, uçan-koşan-yüzen-atlayan-tırmanan, her tür silahı maharetle kullanan, atletik, cesur, akıllı, çapkın, yakışıklı bir adam; üstelik majesteleri ona öldürme yetkisi vermiş. Ajanımız, kötüleri yenerken keyfine bakmayı unutmuyor; bir saniyesi boş geçmiyor. Filmi izlerken adamın başarılarına, heyecanına ortak oluyor, perdede “the end”in belirmesiyle gerçeğe dönüyoruz. T durumunu aşamayanlar, filmin içinde yaşamaya devam edenler bir nevi…

Gerçekle tanışmak konusunda ayak direyenler, dünyanın ve herkesin onların beklentilerini karşılaması gerektiğine ikna olmuşlar. Cinsiyetlerine göre, her daim 30’lu yaşlardaki Bond veya yanındaki kadınlar gibi yaşamak, hissetmek istiyorlar. Halbuki öldürme yetkisi majestelerinden daha güçlü bir tabiat ana -dünya hali- var ki, kimseye iltimas geçmiyor. Dünyanın halini, gerçekle fanteziyi BÜLENT USTA’ya sorduk.

Melanie Klein, “fantezi faaliyeti doğumla başlar,” diyor. Bebeğin dünyası nasıl bir yer? 
Bebek, anne karnında kendisini tanrı gibi hisseden tümgüçlü (omnipotent) bir varlık. Kendi kendisine yeten, istediği her şeyi o an elde edebilen, dış dünyanın varlığından habersiz… Dünyaya geldiğindeyse tamamen savunmasız ve korunmasız bir varlığa dönüşüyor doğal olarak. Bu t yanılsaması ani bir kırılmayla yok olmaz, yavaş yavaş yaşanan hayal kırıklıklarıyla, Freud’un bahsettiği gibi “haz ilkesi”nin yerini “gerçeklik ilkesi”nin almasıyla gerçekleşir. Ani kırılmalar ve hayal kırıklıkları, ruhsal rahatsızlıklara neden olur. Özellikle ilk üç ay anne, bebeğin bütün ihtiyaçlarını sezerek, o t yanılsamasını görünmez bir varlıkmışçasına sürdürür, sonra yavaş yavaş yaşanan kopuşlarla bebek kendisini ve dış dünya arasındaki ayrımı fark ederek kendi t yanılsamasını gerçeklikle uyumlaştırmaya başlar.

Bebeğin fantezi dünyasından gerçek dünyaya geçişi nasıl oluyor? Fanteziyi hayalden ayıran ne?
Fantezi ve hayal, farklı şeyler. Fantezi, gerçekliğin inkârı üzerine kurulur; hayal kurmak ise gerçekliği, özellikle oyunlar aracılığıyla yaratıcı bir biçimde değiştirme, sindirme süreci. Bebek, sürekli bir kopuş ve ayrışma içinde büyür; önce anne karnından, sonra memeden, yürümeye başlayarak anne kucağından zincirleme bir kopuş… Her kopuş, bebeğin kendi gücünü, sınırlarını deneyimleyerek öğrendiği, gerçeklikle bağ kurduğu bir süreç. Bu süreç, aynı zamanda dış ve iç gerçekliğin bir zarla ayrılması, oluşması anlamına da geliyor. Winnicott’un “geçiş nesnesi” dediği şey de tam burada önem kazanır, t yanılsamasını sürdürebileceği nesne (bir battaniye, oyuncak vb), onun dış gerçekliği kabullenme ve sindirme sürecine eşlik eder.


İnsanın t yanılsamasını sürdürmesi, bedenini unutmayla sonuçlanır genellikle. Beden, zihnimizdeki tümgüçlülüğü sürdürdüğü sürece değerlidir.

T kavramını ortaya atan ve geliştiren psikolog ve psikoterapistlerden biraz bahsedebilir miyiz?
Omnipotent, Latince kökenli, gücü her şeye yeten anlamında. İlk olarak Thomas Aquinas, Tanrı üzerine yazdığı bir yazıda kullanıyor. Psikolojide Freud ve Ferenczi’nin yazılarında rastlıyoruz, bebeğin uzun süre bir megalomanide yaşadığına dair tespitler yapıyorlar. Freud, özellikle narsisizm üzerine yazarken bu kavrama sık sık atıfta bulunuyor. Tümgüçlülüğe kısmen olumsuz anlamlar yüklense de, Winnicott, bebeklerin narsisistik evrenlerinden erken çıkmaya zorlamanın hiç de iyi olmadığını ve bu yanılsamadan çıkmanın yaratıcı ve hakiki bir kendiliği mümkün kılacak şekilde olması gerektiğini ortaya koyup yollarını gösteriyor.
Günümüzde, özellikle Heinz Kohut gibi “kendilik psikolojisi” alanında çalışanların çalışmaları ve tespitleri, tümgüçlülüğe bakışı oldukça değiştirmiş durumda. T, nihayetinde bir yanılsama ve bu yanılsamayı sanat, bilim ya da başka bir şeyle idealize ederek yaratıcı yaşamın olanağına dönüştürmek de mümkün, bu yanılsamayı gerçeğin yerine koyup sahte bir kendiliğin içine hapsolmak da…
Günümüzde, tüketim toplumunun, bireyi bu yanılsama içine hapsedip “öteki”yle ve gerçeklikle ilişkisini sabote ederek, çocuksu arzularımızı sömürmek üzerinden hareket etmesinden kaynaklı sorunlar yaşıyoruz. Salgın gibi durumlar, içine hapsolduğumuz ya da propagandası yapılan tümgüçlü, sınırsız, ölümsüz varlıklarmış gibi hissettiğimiz bu yanılsamada kırılmalara neden oluyor.


Narsisistik taleplerin karşılanmaması, tanrısal ve tümgüçlü olmadığı gerçeğini yüzüne vurduğu için öfke dolu frustrasyonlara, zorbalığa ve hınç dolu saldırganlığa yol açar.

Bazı toplumlar veya dönemler tümgüçlü bireyler yetiştirme açısından daha mı verimlidir? 
19. yüzyıl, insanın bir “özne” olarak kendisini “tümgüçlü” hissettiği bir dönemdi. Devrimler, bilim ve sanattaki gelişim ve atılımlar, bir sarhoşluk yaratmıştı; oradaki t yanılsamasında “hayal” ön plandaydı. Hiroşima’ya atılan atom bombası, Berlin Duvarının yıkılışıyla başlayan süreç, bilime ve akla olan güveni sarstı; sonra büyük bir hayal kırıklığı yaşandı.
Bu çağda, dijital teknolojinin de gelişmesiyle birlikte başka bir tür, fantezinin egemen olduğu, gerçekliğin parçalandığı, hatta inkâr edildiği bir dönem yaşanıyor. Bu çağdaki t yanılsaması, hayal kırıklığından çok umutsuzluğa neden oluyor. Bir noktada, birbirimizle ve doğayla kurduğumuz ilişkiyi yeniden düşünmemiz, gerçekliğe dönmemiz gerekecek.

Tümgüçlülüğü sosyolojik açıdan yorumlamak çok mu zorlama olur? 
Her şeyi, sosyolojik ya da psikolojik açıdan yorumlayabiliriz. Ama kendi kendimizle nasıl bir ilişki kuruyorsak, diğer şeylerle de öyle ilişki kurduğumuzu düşünüyorum. Kendi kendimizle nasıl ilişki kurduğumuzun sosyolojik ve antropolojik bir arka planı olduğunu unutmamakta fayda var. T bir yanılsama, ama bu yanılsama insanın olağanüstü ve şaşırtıcı bir varlık olmadığı anlamına gelmiyor. Bu yanılsamayı gerçekliğin içine yedirebildiğimiz ve diğer tüm canlılarla aramızdaki o görünmez bağları keşfetmek ve güçlendirmek için kullanabildiğimizde, her şey farklı olabilir.

Narsisizm… her ihtiyacın tatmin olacağı, benliğin sınırsız imkân ve kudrete, sonsuz mutluluk ve huzura ve nihayet ölümsüzlüğe kavuşacağı ideal bir varoluş hali, ruhun ütopyası.

Edebiyat veya sinemada t yanılsamasından çıkamamış karakterlerden örnek verebilir misiniz?
O kadar çok ki… Bütün süper kahraman filmleri ve kitapları böyle… Özellikle son yıllarda vampirlerle, olağanüstü güçleri olan kişilerle ilgili ne çok film, dizi yapıldı. Gılgamış bile bir omnipotent karakter. Gılgamış ile süper kahramanlar arasındaki fark, biri hayal kırıklığı yaşayıp gerçeklikle bağ kurarken, süper kahramanların böyle bir sorunu olmayıp yanılsamayı sürdürmeleri. Bu arada süper kahramanlar da gerekli tabii, arzularımızı tatmin edebilmek ve gerçekliğin ezici gücüne karşı direnebilmek için; ama bunun bir yanılsama olduğunu kendimize hatırlatarak, fantezi yerine hayal gücümüze sığınarak yaşadığımızda…


Bülent Usta
Bülent Usta lisans ve yüksek lisans eğitimini İstanbul Üniversitesinde tamamladı. Boğaziçi Üniversitesinde ders verdi; editörlük yaptı. Çalıştığı alanlar: Yetişkinlerle kişilik bozuklukları, depresyon, kaygı bozuklukları, travma, yas, ilişki sorunları, kişisel farkındalık vb. konular. Halen Açık Radyo’da psikoloji programları hazırlıyor, senaryo ve roman üzerine çalışıyor, köşe yazılarına devam ediyor.

Görsellerdeki alıntılar:
https://www.birgun.net/haber/unutulan-beden-307536
https://bilimvegelecek.com.tr/index.php/2016/08/01/narsisizm-nedir/
Melanie Klein, Haset ve Şükran, Metis Yay., 2018.